Rasit Board

Full Version: Maturidilik
You're currently viewing a stripped down version of our content. View the full version with proper formatting.

Matürîdî´nin Metodu Ve Görüşleri

a) Metodu:

b) Görüşleri:



MATÜRİDİLİK


Bu mezhep, Ebu Mansur el-Matüridî diye meşhur olan «Muham-med b. Muhammed b. Mahmud»´a nisbet edilmektedir.

Mfttürîdi, Semerkant´da, «Matürid» mahallesinde doğmuştur. Hicri 333, Miladi 914 de vefat ettiği tesbit edilmiştir. Hicri üçüncü yüzyılın son üçtebirinde ihnini -tahsil etmiştir. Yani Mutezilelerin, Hicri 3. yüzyılın ilk üçtebirinde fıkıh ve hadis âlimlerine kötü mua­melelerinden dolayı halkın nefretini kazandıkları ve gazaplarına uğ­radıkları bir dönemde ilmini tahsil etmiştir.

Matürîdi´nin, hangi tarihte doğduğu, kesin olarak bilinmemek­tedir. Ancak Hicri 3. yüzyılın ortalarında doğduğu anlaşılmaktadır. Matürîdi´nin, Hanefî fıkhını ve ilm-i kelâmı Hicrî 268 de vefat eden Yahya el Belhi´den okuduğu, kesinlikle sabittir.

Matürîdi´nin memleketi fıkıh ve usul-i fıkıh dallarında tartışma ve münazaraların çokça yapıldığı bir memleketti. Hanefî fıkıhçıîarı ile Şafiî fıkıhçıîarı arasında münazaralar yapılırdı. Öyleki, matem­ler esnasında dahî mescitlerde bu tip münakaşalar yapılırdı.

Fıkıh ve hadis âlimleriyle, Mutezilîler arasında fikri savaşlar şid­detlenince, fıkıh ve usul-i fıkıh sahalarında tartışmalar yapıldığı gi­bi, bu defa tartışmalar ilm-i kelâm sahasına kaydı. îşte Matüridi, ak­li düşüncelerle elde edilen neticeler sayesinde yai ısların kazanıldığı böyle bir ortamda yaşadı.

Matüridi, Hanefî mezhebindendi. Bunun ilm-i kelâmda geniş araştırmaları yanında, fıkıh ve usul-ü fıkıh dallarında da geniş araş­tırmaları vardı. îlm-i kelâm ile, fıkıh ve hadis âlimlerine yardım et­ti. Fakat Matüridi, hernekadar Eş´ari´nin vardığı neticelerin tama­mında olmasa dahi, çoğunda onunla birleşmiş ise de, onun metodun­dan başka bir metod izlemiştir. înşallah bu hususu ilerde daha açık olarak izah edeceğiz.

Hanefi âlimlerinin çoğunluğu, İmam Matürîdi´nin varmış olduğu neticelerin, Ebu Hanife´nin, inanç hususunda tesbit ettiği neticelerle tam olarak birleştiği görüşündedirler. Ebu Hanife (R.A.)´nin üm-i kelâm dalında da geniş araştırmaları bulunmaktadır. Bu ilim dalın­da da parmakla gösterilecek kadar meşhurdu. Bunu, bizzat kendi­sinin ifade ettiği de anlatılmaktadır. Ebu Hanife´nin, itikadi mese­lelerde tartışmak için yirmi iki defa Basra´ya yolculuk yaptığı riva­yet edilmektedir. Bu da, kendisini, tamamen fıkhı incelemelere ver­mesinden öncedir. Ebu Hanife´nin, eski araştırmalarından tamamen ayrıldığı söylenemez. Özellikle, İslâm inancını söküp atmak isteyen zındıklar ve benzerleri, Ebu Hanife´nin döneminde fikrî sapıklıkla­rı yaymayı teşvik ediyorlardı. Ebu Hanife´den bu ilim dalında küçük risaleler kalmıştır. Bu risalelerdeki malumatların, Ebu Hanife´ye ait olduğunda şüphe yoktur. Hernekadar bu risalelerin kim tarafından te´lif edildiği âlimler arasında münakaşa konusu olsada... Bu risale­lerden bir kısmı şunlardır:

el-Fıkhul Ekber

el-Fıkhul Ebsad

Risaletu Ebi Hanife ila Osman el-Bettî

Vasiyyet-i Ebu Hanife litilmizihi Yusuf b. Halid es-Semtî

Kitabul ilm, berren ve bahren ve sarkan ve garben ve bu´dan ve kurba.

Bu risalelerin bütününden, ortaya atılan şu meseleler hakkın­da, Ebu Hanife´nin, kendisine mahsus müstakil bir görüşü bulundu­ğu neticesine varılır. Bu meseleler, Allah Tealâ´nm sıfatlan, imanın mahiyeti, Allah´ı bilmenin, akıl ile mi, yoksa nakil yoluyla mı gerekli olduğu meselesi İnsanın yapmış olduğu işlerin, kendiliğinden iyi ve­ya kötü olup olmaması, Allah Tealâ´nm, bütün mahlukat üzerinde­ki mutlak hakimiyetini kabul etmekle beraber, kulun fiilinin, kulun kendisine nisbetinin derecesi, kaza ve kader meselesi ve benzeri me­selelerdir.

Iraklı fıkıh âlimlerinin hocası, İmam Ebu Hanife´den nakledilen bu görüşlerle, Ebu Mansur el-Matürîdî´nin, kitaplarında tesbit ettiği görüşler arasında ilmi bir karşılaştırma yapıldığı zaman, bu dü­şüncelerin, aslında birleştikleri ortaya çıkar. Bu nedenle âlimler, İmam Matürîdî´nin görüşlerinin, Ebu Hanife´nin, inanç hususunda­ki görüşlerinden kaynaklandığını ve Ebu Hanife´nin görüşlerinin esas olduğunu anlatmışlardır.

Irak âlimleri, çevrelerinde bulunan Şam âlimleri ve benzerleri, Ebu Hanife´nin fıkhı görüşlerini teferruatı andırmaya girişmişler, onun, itikad hakkındaki görüşlerine ise, önceleri yanlarında bulu­nan, fıkıh ve hadis âlimlerinin görüşleriyle, daha sonra da İmam

Eş´ari´nin bu husustaki görüşleriyle yetinerek pek önem vermemiş­ler. Fakat, Maveraünnehr âlimleri, fıkhî görüşlere çok önem vermele­riyle birlikte,. Ebu Hanife´nin, itikad hakkındaki görüşlerine de özel bir itina göstermişler; bu görüşleri şerh etmeye, bunlar üzerinde yo­rumlar yapmaya ve bunları aklî delillerle ve mantıki kıyaslarla des­teklemeye çalışmışlardır.

Matürîdî, kendi görüşleriyle Ebu Hanife´nin görüşleri arasında­ki irtibatı araştırmayı bize bırakmıyor, bizzat kendisi, Ebu Hanife´­nin şu kitaplarını rivayet ettiğim söylüyor. Bu kitaplar; «Fıkhul Ebsat, Risale ileîbetti, el-Âlinı vel Müteallim, Vasiyyetü Ebu Hanife li .Yusuf b. Halid» adlı kitaplardır.

Matüridi bu kitapları, Ebu Nasr Ahmet.b. el-Abbas el-Eyadî´den, Ahmed b. îshak el-Cürcani´den ve Nasr,b. Yahya el-Belhi´den riva­yet ettiğini, bu zatların da bu kitapları, Muhammed b. Hasan eş-Şeybanî´nin talebesi, Ebu Süleyman Musa el-Cürcanî´den rivayet ettik­lerini, Ebu Süleyman´ın da bu kitapları, Ebu Hanife´nin talebesi ve kendisinin hocası olan Muhammed b. Hasan eş-Şeybanî´den rivayet ettiğini anlatır.

«İşârâtül Meranı» adlı kitabın sahibi, bu rivayet silsilesinin so­nunda şöyle der: Matüridi, bu temel kaynakları, kendi kitapların­da kesin delillerle tahkik etmiş ve bunları, açık delillere dayandıra­rak, sağlam bir şekilde detayîandırmıştır.

Dostumuz, merhum, Zahidüî Kevseri «İşâratül Meram» adlı ese­rin mukaddimesinde şunları söyler: «Maveraünnehr ülkeleri, heva ve heveslerden. ve bidatlardan uzaktı. Çünkü bu memleketlerde, in­sanlar üzerinde istisnasız .bir tesir ve hakimiyeti vardı. Orada bulu­nanlar, hadisleri nesilden nesiîe naklederlerdi. Nihayet, «îmamül Hûda» diye tanınan, ehl-i sünnet imamı, Ebu Mansur Muhammed el-Mafrüridî ortaya çıktı. Kendisini, bu meseleleri tahkik etmeye ve delillerini tedkik etmeye vakfetti. Böylece, hem aklı hem de şer´i memnun edecek eserler yazdı. Buradan anlaşılıyor ki, Ebu Mansur el-Matüridî, itikad hakkındaki görüşlerini, Ebu Hanife´den rivayet ettiği bu risalelerde naklçdilen fikirlere dayandırmış ve bunları da­ha da detaylandıranş, açıkça izah edilmeyen hususları da izah edi­len hususlar ışığında geliştirmiştir. Matüridî, dini mevzuları, aklî ve mantıki delillerle ispat eder ve şüpheye mahal bırakmazdı. Matüri-´di, incelediği konularda birçok kitaplar yazmıştır. Bu kitaplardan

bir kısmı şunlardır:

Tevilül Kur´an Me´haz eş-Şeraya

Kitab el-Cedel

El Usul fi Usul ed-Din

El-Makalât fil Kelâm

Kitab el-Tevhîd

«Ka´bî»nin Evailül Edilleye Reddiye adlı kitabı

«Kâ´bî´nin» Tehzibül Cedel adlı eserine reddiye

Ebu Muhammed el-Bâhüî´nin «Usulûl Hamse» adlı kitabına reddiye

Bazı Rafizîlerin «Kitabül İmame» adlı eserine reddiye

Karamitaya Reddiye.

Bir kısım âlimler, Matârîdî´nin, Ebu Hanife´ye nisbet edilen Fıknul Ekber» adlı kitaba şerh yazdığını söylemişlerse de ilmi inceleme­ler neticesinde bu şerhin, meşhur Hanefi fıkıhçısı Ebu el-Leys es-Semerkandi ait olduğunu ortaya koymuştur.[1]



Matürîdî´nin Metodu Ve Görüşleri[2]


a) Metodu:


Ebu Mansur el-Matüridi ile Ebu el-Hasan el-Eş´ari ayni devirde yaşamışlardır. Herbiri, diğerinin gerçekleştirmek istediği gayeyi ger­çekleştirmeye çalışıyordu. Ancak, îmam Eş´ari, hasımlarının bulun­duğu bölgeye daha yakındı. Evet, İmam Eş´ari, Muteziliîerin vatanı ve türedikleri yer olan Basra´da bulunuyordu. Fıkıh ve hadis âlinıîe-riyle Mutezilîler arasındaki fikri savaş, Basra´nın da bağlı bulundu­ğu Irak bölgesinde cereyan ediyordu. Ebu Mansur el-Matüridi ise, savaş alanından uzaktı. Fakat bu savaşın yankısı, bulunduğu böl­geye de ulaşıyordu. Maveraünnehr ülkelerinde de Iraklı mutezilîle-rin sözlerini durmadan tekrarlayan Mutezilîler bulunuyordu. Matüridi bunlara karşı koyuyordu. Matürîdi ile Eş´arî´nin karşılaştıkları hasım aynı olduğu için, her ikisinin de vardığı neticeler birbirine ya-kmdı, fakat birbirinin aynı değildi. Birçokları, Eş´ari ile Matürîdi´nin, aralarındaki ihtilafın büyük olmadığını sanmışlardı. Hatta, Şeyh Muhammed Abduh «el-Akaidül Adudiyye» adlı eserin yorumunu yapar­ken, Matüridi ile Eş´ari´nin arasındaki ihtilafın on meseleyi aşma­yacağını ve aralarındaki ihtilafın, gerçekte bulunmayıp, dış görünüş­te bulunduğunu söylemiştir.

Ancak, Matürîdi´nin ve Eş´arî´nin görüşleri son şekilleriyle, de­rince incelendiği vakit, her -iki imamın düşünceleri ve varmış olduk­ları neticeler arasında farkların bulunduğu ortaya çıkar.

Şüphesiz ki, her iki imam da Kur´an-ı Kerim´in kapsadığı inanç meselelerini, akılla ve mantıkî delillerle ispat etmeye çalışıyordu. Ve Kur´an-ı Kerim´in getirdiği itikadı meselelere bağlı kalıyorlardı. Ancak, bunlardan biri, akla, diğerinden daha fazla önem veriyordu. Meselâ; Eş´ariler, Allah Tealâ´yı bilmenin, nakil yoluyla vacip oldu­ğunu kabul ederken, Matürîdî´ler, Etiu Haaıife´nin metoduna uyarak, Allah´ı bilmenin akıl ile vacip olduğunu söylemişlerdir. Eş´ari´ler, şer´an bir delil olmadıkça eşyanın akıl. ile idrak edilebilecek bir iyi­liği bulunduğunu kabul etmezler. Matürîdî´ler ise, eşyanın, akıl ile idrak edilebilecek, kendiliğinden bir iyiliğe sahip olduğunu kabul et­mişlerdir.

İşte bu çeşit ihtilafları birçok meselelerde bulabiliriz. Bu sebep­le şu niteceye varırız ki; Matürîdi´nin metodunda, israfa kaçmaksızın ve tökezlemeksizin, akim büyük bir otoritesi bulunmakta, Eş´arîler ise, nakil ile bağlı kalmış, nakli delilleri geçmişteki uygulamalar­la desteklemişlerdir. Öyle ki, araştırıcı bir kişi, Eş´arilerin, fıkıh ve hadis âlimleriyle, Muteziliîerin arasında orta bir yol tuttuklarını, Matürîdî´lerin ise, Eş´ariler ile Mutezilîler arasında bir yol izlediklerini görür.

Müslümanların, mü´min olduklarında ittifak ettikleri şudört fırka­nın bir meydanda bulundukları kabul edilecek olursa, meydanın bir ucunda Mutezile, diğer ucunda hadis âlimleri, ortanın Mutezile, ta­rafında Matürîdiler, hadisçiler tarafında ise Eş´ariler görülür.

Matüridi, serî delillerin irşadıyîa akla dayanır, aklî araştırma­nın gerekli olduğunu söyler. Böylece, naklî delillere dayanmayı, ger­çeği, naklî delillerden çıkarmayı ve akim, hataya düşüp sapacağın­dan korkarak, nakli delillerden başkasına başvurulmamasını gerek­li gören fıkıh ve hadis âlimlerine muhalefet etmiştir.

Matüridi, «Tevhid» adlı kitabında bu hususa cevap vererek şöy­le demiştir: Bu iddia, şeytanın, hatıra getirdiği bir kuruntu ve ves­vesedir. Aklî araştırmayı inkâr edenin, akli araştırmayla elde etti­ği delilden başka bir delili yoktur. Bu da, bu gibi insanlara, aklî araş­tırmanın zorunlu olduğunu söylemeye mecbur kılar. Bunlar, akli araştırmayı nasıl inkâr edebilirler Halbuki Allah Tealâ kullarım, aklî araştırmaya davet etmiş ve onlara düşünmeyi ve muhakeme etmeyi emretmiş, onları öğüt ve ibret almaya mecbur kılmıştır. Bu da, aklî araştırmanın ve düşünmenin, ilmî kaynaklardan biri ol­duğuna dair delildir.

Görülüyor ki Matüridi, Akaid ilmini öğrenmek hususundaki ih­tilafın tam esasına temas ediyor. Akaid ilmini öğrenmenin tek kay­nağı nakil midir, yoksa, naklin yanında akıl da diğer bir kaynak mı­dır sorusuna, naklin kaynak olduğunu kabul ettiği, bunun yanın­da, aklın da bir kaynak olduğu şeklinde cevap verdiği görülür.

Ancak, Matüridi, aklı, bilgi kaynaklarından biri kabul etmesi­ne rağmen, aklın sapıklığa düşeceğinden korkmaktadır. Fakat, bu korku onu, fıkıh ve hadis âlimleri gibi akli araştırmayı men etmeye götürmüyor, aklî araştırmanın yanında nakle dayanılmasını ileri sü­rerek sapma ihtimaline karşı birtakım tedbirler almaya ve ihtiyatlı davranmaya sevkediyor.

Evet, Matüridi şöyle der: «Kim, nakli delillere dayanıp ihtiyatlı davranmanın gerekliliğini reddederse, o, Hesuiu Allah´dan bir işaret olmadan eksik ve sınırlı aklıyla, insanın aklından gizli kalan mese­lelerin mahiyetini bilmeye ve ilâhi hikmetlerin tümünü kuşatmaya kalkışırsa, o kimse, akla zulmetmiş olur. Ve ona taşıyamiyacağı bir yükü yüklemiş olur.» Bu sözlerden şu netice çıkarılır: Matüridi, nak­le ters düşmeyen hususlarda, akim vereceği hükümleri kabul eder. Şer´a muhalif düşen aklî hükümlerde ise, şer´a boyun eğmenin ge­rekliliğini kabullenir.

Matürîdi´nin, Kur´an-ı Kerim´i tefsirde kılavuzu, «nakli deliller­le yardımlaşarak aklî delillere başvurmanın gerekli olduğu- prensi­bidir. Matüridî, Kur´an-ı Kerîm´i tefsir ederken, müteşabih âyetleri, müteşabih olmayan âyetlere göre izah eder. Müteşabih olanları, mü­teşabih olmayanların ifade ettikleri mânânın ışığı altında tevil et­meye çalışır. Bir müminin aklî tevile gücü yetmiyorsa, bundan vaz geçmesinin daha doğru yol olduğunu söyler. Matüridî, mümkün ol­duğu nisbette, Kur´an-ı Kerim´i yine kendi âyetleriyle tefsir etmeye çalışır. Çünkü Kur´an´m âyetleri birbiriyle çatışmaz. «... Eğer Kur´an, Allah´dan başkası tarafından indirilmiş olsaydı, O´nda. birbirine zıt olan şeyler bulurlardı.»[3]

Bu metod, Matüridi´yi, aklî metodları bakımından bazan Mutezililerle birleşmeye sevketmiş, birçok yönlerde ise onlara muhalefet etmesine sebep olmuştur. Matüridî ile Mutezililer, aklî araştırma yap­manın gerekliliği, Allah´ın akıl ile bilinmesinin gerekliliği, eşyanın, iyi veya kötü olduğunun akîen bilinebileceği hususlarında aynı görüştedirler.[4]



b) Görüşleri:


Daha önce de anlattığımız gibi, Matüridî´nin görüşleri, H. 3. yüz­yılın başlarında, birbirleriyle ihtilâf eden Mutezililerle fıkıh ve ha­dis âlimlerinden, mutezilîlere daha yakındı. Bu sebeple, dostumuz, merhum Zâhidül Kevseri´nin şu sözü yerindedir: «Eş´ariler, Mutezile ile hadis âlimleri arasında bir yol tutmuş, Matüridiler ise Mutezile ile Eş´arîler arasında bir yol izlemiştir. Hakkında nass bulunmayan bütün temel meselelerde, nakli delillerin yanında aklî görüşlerinin bulunduğu açıkça görülür. Matüridî, daha önce de işaret ettiğimiz gibi, varmış olduğu neticelerin çoğunda Eş´arî ile ittifak etmiş fakat bazılarında da ona muhalefet etmiştir. Şimdi ise hangi hususlarda ittifak edilip edilmediğini de açıklayarak, Matürîdi´nin, topluca gö­rüşlerine, kısaca bir göz atalım.

a) Matüridî, Allah´ı bilmenin gerekli olduğunu idrak etmenin aklen mümkin olacağı görüşündedir. Nitekim, Allah Tealâ; Kur´an-ı Kerîm´in bir çok âyetlerinde, bakıp düşünmeyi emreder. İnsanlara, göklerin ve yerin hükümranlığına bakmayı emreder. Allah Tealâ insanları, akıl doğru yola yönelir, heva ve hevesten ve taklitten uzak kalırsa, Allah´a iman etmeye ulaşabileceğine ve onu tanıyabileceği­ne dair uyarıyor.

Akıl ile Allah´ı bilmeye çalışmak, Kur´an-ı Kerim´in âyetlerinin hükümlerine uymak demektir. Buna mukabil aklî araştırmayı bırak­mak, Kur´an-ı Kerim´in âyetlerini ihmal etmek olur. Aklı, Allah´ı bilmek için bir vasıta kabul etmemek, Allah Tealâ´nın, akli araştır­maya bağladığı neticeleri hiçe saymak demek olur. Eğer, Allah´ı bil­mek, bakıp araştırmaya bağlı olmasaydı, Allah Tealâ´nın, bakıp araş­tırmanın neticeleri olduğunu beyan ettiği şeyler reddedilmiş olur.

Ancak, Matüridî aklın, yalnız başına Allah´ı bilebileceğini kabul etmesine rağmen kulların mükellef oldukları hükümleri bilemeyeceğini beyan etmiştir. Bu da Ebu Hanife (R.A.)´ın görüşüdür.

Bu, Mutezilenin görüşüne yakın bir görüştür. Ancak, iki görüş arasında çok ince bir fark vardır. O da şudur:

Mutezile, Allah´ı bilmenin, aklen gerekli olduğu görüşündedir. Matüridîlerse, bu görüşü aynen kabul etmezler. Allah Tealâ´yı bilme­nin gerekliliğinin akıl ile mümkün olabileceğini, ancak kesin olama­yacağım söylerler. Allah´ı bilmenin gerekliliğinin, ancak, bu gerek­liliği icadedecek bir güç tarafından meydana getirilebileceğini kabul ederler. O güç de, Allah´dır.

b) Matüridi mezhebi, varlıkların, kendiliklerinden kötü olabi­leceklerini ve insan aklının, birtakım varlıkların iyi veya kötülükle­rini bilebilecek güçte olduğunu söylerler.

Matürîdîkre göre, sanki varlıklar üç kısma ayrılmaktadır:

İnsan akimin, tek başına, iyi olduklarını bilebileceği varlıklar.

İnsan aklının, tek başına kötü olduklarını bilebileceği varlık­lar.

İyi veya kötü oldukları gizli olup, aklen bilinemiyen ve an­cak Allah´ın bildirme siyle iyi veya kötülüğü anlaşılan yarlıklar.

Daha önce de Ebu Hasan el-Eş´arî´nin hocası Ebu Ali el-Cübbaî´-den naklettiğimiz gibi, Mutezililer de varlıkları böyle bir tasnife tâ­bi tutarlar. Fakat Matürîdîler, Muteziîîlerin, bu ayırımla varmış ol­dukları neticeleri kabul etmediler. Mutezililer, bu ayırımla şu neti­ceye varmışlardır:

Akıl, birşeyin iyiliğini idrak ederse, aklın emriyle o şeyi yapmak gereklidir. Buna mukabil, akıl, birşeyin kötülüğünü anlarsa, o şey, yasaklanmış olur. Matüridî, aynı yoldan yürümemiş, İmam Ebu Hanife´ye uyarak şunları söylemiştir. «Akıl, birşeyin, ne olduğunu id­rak edebilse de, o şeyin, yapılıp yapılmaması, ancak, hikmet sahibi olan Allah´ın emriyle bilinir. Çünkü akıl, tek başına, dinî emir ve yasakları bilemez. Zira, dini emir ve yasaklan ancak Allah Tealâ koyar.

Matürîdî´nin, kabul ettiği bu görüşe, îmam Eş´arî katılmamak­tadır. Çünkü Eş´arî, varlıkların, kendiliklerinden iyi veya kötü olduk­larını kabul etmez. Eşyanın, ancak Allah´ın emri veya yasağıyla iyi veya kötü olduğunun anlaşılabileceğini söyler. Ona göre, bir şey Al­lah´ın emrettiği için iyidir. Başka bir şey de, Allah yasakladığı için kötüdür.

Görülüyor ki, Matürîdî mezhebi, Mutezile ile Eş´arî´nin ortasındadir.

c) Matüridî metodunun, Eş´arî ve Mutezile metodundan ayrıl­dığı üçüncü bir nokta da, Allah Tealâ´nm, yaptığı işlerdir.

Eş´arîler, Allah Tealâ´nm yapmış olduğu işlerin sebebi sorul­maz. Çünkü Allah Tealâ Kur´an-ı Kerîm´inde; «Allah, yaptıklarından dolayı sorguya çekilemez.»[5] buyurmaktadır, derler.

Mutezile, «Allah Tealâ, yaptığı şeyleri bir kısım maksat ve gayelerle yapar. Çünkü O, hikmet sahibidir. O´ndan, gelişigüzel bir iş meydana gelmez. Bilakis,, herşeyi bir plana bağlamıştır.» derler. Ve bundan şu neticeye varırlar: Allah Tealâ´nm, iki şeyden, iyisini ve iki iyi şeyden daha iyi olanını yapması kendi üzerine gereklidir. Çünkü varlıkların, kendiliklerinden iyi veya kötü olmaları ve, Allah Tealâ´mn hikmetsiz hiçbirşey yaratmaması şunu gerektirir: Allah Tealâ´nın, iyi olmayan birşeyj emretmesi, veya iyi olan bir şeyi yasaklaması, imkânsızdır. O halde, Allah Tealâ´nm, iki şeyden iyi ola­nını yapması ve iyi olan iki şeyden daha iyi olanını yapması, onun üzerine vaciptir.

Matürîdî´nin, her iki guruba, muhalefet eden bir görüşte ol­duğu görülür. Matüri.di, Allah Tealâ´nm, boş davranışlardan uzak olduğunu ve yaptığı işlerin bir hikmete dayandığını, çünkü Allah Tealâ´nın, kendi kendini sıfatlandırdığı gibi hikmet sahibi ve herşe­yi bilen bir zat olduğunu söyler.

Matüridi şöyle der: «Allah Tealâ koymuş olduğu hükümlerde ve yapmış olduğu işlerde bu hikmetini murad eder. Fakat, Allah Te­alâ bu hikmetini dilerken, buna mecbur edilmiş değildir. Çünkü O, mutlak bir iradeye sahiptir. Dilediğini yapandır. Bunun için, Allah Tealâ´mn, iyi olan birşeyi veya daha iyi olan bir şeyi yapmasının, onun için gerekli olduğu söylenilemez. Çünkü birşeyin yapılmasının gerekli oluşu, serbest iradeyi ortadan kaldırır. Başkasının, Allah Te­alâ´nm üzerinde bir hakkı olduğunu icabettirir. Halbuki, Allah Tea­lâ bütün yaratıkların üstündedir. Yaptıklarından hesaba çekilemez. O´nun üzerine, bir şeyin vacip olduğunu söylemek, O´nun hesaba çekilebileceğini gerektirir. Allah Tealâ bundan çok uzaktır, çok yü­cedir.

Şurası bir gerçek ki, bu mevzuda Matüridî ile Mutezile arasında­ki anlaşmazlık, temelde bir anlaşmazlık olmayıp, sadece, temel dü­şünceyi ifadede ihtilaftır. Çünkü temel düşünce-, Allah Tealâ´nın iş­lerinin, dilediği ve takdir ettiği bir hikmete binaen olduğu ve Allah Tealâ´nın, boşuna bir iş yapmayacağıdır.

Fakat Mutezililer, bu temel düşünceyi ifade ederken, Allah´ın böyle yapmasının, Allah´ın üzerine vacip olduğunu söylemişler. Ma­türîdîler ise, bu şekilde ifadeyi kabul etmemişlerdir. Çünkü, Matilrîdîlere göre bir şeyin yapılmasının gerekli olduğunu- söylemek, o şeyin yapılmasından önce, hükmünün var olmasını gerektirir. Hal­buki, Allah Tealâ´nın yaptığı işlerin, bir hikmete göre olduğuna hü­küm verme, işin meydana gelmesinden önce değil, sonradır.

Ancak, Mutezile ile Eş´arüer arasındaki ihtilaf, düşüncenin özün­dedir. Bu ihtilaf, «İyilik ve kötülük, varlıkların kendisinde midir Yoksa Allah´ın bildirmesiyle mi bilinir » meselesinden kaynaklan­maktadır.

Eş´ari ile Matüridîler arasında, Allah Tealâ´nm yaptığı işleri ve yaptığı işlerde hikmet arama hususundaki ihtilafları, beklenmedik birtakım fer´İ meselelerde dahi ihtilaf etmelerine yol açmıştır.

Eş´ariler, «Allah Tealâ´nm, insanları, hiçbirşeyle mükellef tut­madan yaratabilirdi. Yaratılanları mükellef tutması, Allah Tealâ´nm bir iradesidir. Dilerse başka birşey de murad edebilir.» derler.

Matüridüerde; «Allah Tealâ, yaratılanları mükellef tuttuğu şey­leri dilediği bir hikmete binaen murad etmiştir. Allah Tealâ, diledi­ği ve kararlaştırdığı hikmetten başkasını murad etmez.» demişlerdir.

Bu sebeple;

Eş´arîler, nakli bir delil olmaksızın, sırf akli bir faraziye ile Allah Tealâ´nm, kendisine itaat edeni cezalandırabileceğini ve ken­disine isyan edeni de mükâfatlandırabileceğini mümkün görmüşler ve şunu söylemişlerdir: «Zira, Allah Tealâ´nın, itaatkâr kulu mükâ­fatlandırması, sadece onun merhametinden kaynaklanan bir lütuf-tur. Günahkâr olanı cezalandırması ise, sadece onu dilediğindendir. Allah Tealâ´nın yaptığı ve murad ettiği bir şey için yorum yapıla­maz.»

Matüridîler ise şöyle derler: İtaatkâr kula sevap verilmesi, günahkâr kulun cezalandırılması, Allah Tealâ´nm hikmeti ve irade­sine binaendir. Allah Tealâ, hikmet sahibidir, herşeyi bilendir. Allah Tealâ, birçok âyetlerde sevap ve cezayı zikrettikten sonra kendisi­nin, hikmet sahibi olduğunu beyan eder. Meselâ şu âyet-i kerîme bunu ifade eder: «Erkek ve kadnı hırsızların, yaptıklarının karşılığı ve Allah tarafından bir ceza olarak ellerini kesin. Allah, azizdir, ha­kimdir. Herşeye galiptir, hüküm ve hikmet sahibidir.»[6]

Eş´arîler, nakli bir delil olmaksızın sırf akli bir faraziyeden hareket ederek, AÜah Tealâ´nm, sakındırdığı bir cezadan vazgeçe­bileceğini söylerler. Buna mukabil Matüridîler, buna cevaz vermez­ler. Allah Tealâ´mn, hikmeti gereğince böyle bir sakmdırmada bu­lunduğunu ve âyet-i kerimesinde; «Şüphesiz, Allah vaadinden dön­mez.»[7] buyurduğunu, bu sebeple Allah Tealâ´nm, vaad ettiği mükâ­fattan, sakındırdığı cezadan dönmeyeceğini söylerler.

d) Bu meselelerden sonra, problemlerin en büyüğü olan, «Ce­bir ve ihtiyar» (yapmış olduğu işlerde kulun, mecbur ve serbest olu­şu) meselesine geçelim. Bunun, Mutezile, Eş´ari ve Matüridîler ara­sında nasıl çekişme ve münakaşa konusu olduğunu görelim.

Daha önce, Mutezilîlerin bu konudaki düşüncelerini görmüş­tük. Mutezilîler, «Kul, kendi işini kendi yaratır. Böylece o hükümlere muhatap ve mükellef olur. Kulda bulunan, kendi işlerini yapai.fi. gücü, Allah tarafından yaratılmış ve kula verilmiştir.» derler.

Eş arüer ise, «Kulda görülen işleri, Allah yaratar. Kul, sade­ce cüz´i iradesiyle o işikesbeder. Kul; «kesb»i sebebiyle mükellef olur. Sevaba erer veya cezalandırılır.

Matürîdîler ise bu mevzuda, Allah Teaîâ´nın, bütün varlıkla­rı yarattığını, kâinatta mevcut olan herşeyin, Allah´ın mahluku ol­duğunu, Allah´ın hiçbir ortağı bulunmadığını, yaratmayı O´ndan baş­kasına nisbet etmenin, O´na ortak koşmak olduğunu, bunun ise hiçbir zaman kabul edüemiyeceğini ve akla sığmayacağını beyan etmiş ve sonra da şunları söylemiştir. «Allah Tealâ´nm hikmeti ancak kulun, cüzî iradesiyle yapacağı hayırlı şeylerin sevap olacağını, yine cüzi iradesiyle yapacağı kötü işlerin günah olacağını gerektirmektedir. Allah´ın hikmeti yanında, adaleti de bu durumu gerektirmektedir. Böylece, Allah Tealâ´nın, «Sizi de, yaptıklarınızı da, yaratan Allahtır.» kelamı mucibince kulların işlerinin Allah tarafından yaratıl­mış olduğu ortaya çıkmaktadır.»

îşte, Matürîdi ile Mutezilenin arası bu noktada açılır. Çünkü Mutezililer, kulların işlerinin, Allah´ın kula verdiği bir güçle, kullar tarafından yaratıldığını söylerler. Fakat, kulun cüzi irade bulun­duğu düşüncesiyle, kulda görülen işlerin, Allah tarafından ve Allah´­ın verdiği güçle yaratıldığını söylemek nasıl bağd aştırılacak bir Bu hususta Matürîdî, aynen Eş´arînin sözlerini söyler ve şöyle der: «Ku­lun, yaptığı işlerde katkısı, sadece (kesb) kazanmaktır. Kul, bu hu­susta serbesttir. Kul, sevaba ve cezaya bu kazanma vasıtasıyla la­yık olur.» Matüridi, bu görüşte tamamen Eş´arî ile birleşir, ancak şu noktada yine ayrılırlar.

Eş´ari´ye göre kesb (kazanma), Allah tarafından yaratılan iş­le, kulun ihtiyarının (seçmesinin) birîeşmesidir. Fakat kulun bu kesbde hiçbir etkisi yoktur.

Eş´ari´nin bu ifade şekline göre, kulun işi gibi kesbi de Allah ta­rafından yaratılmıştır. Âlimler bu görüşün cebre yol açtığı kanaa­tindedir. Çünkü kulun herhangi bir katkısı olmayan bir seçimin hiç­bir mânâsı yoktur. Bu sebepledir ki, Eş´ari´nin bu görüşüne «orta derecede bir cebr» denilmiştir. Selef iye mezhebini açıklarken de izah edeceğimiz gibi, İbn. Hazm ve İbn. Teymiye bu görüşün «mükemmel bir cebr» olduğunu söylemişlerdir.

Evet, Eş´arî´ye göre kesb anlayışı ve bu anlayışın yol açtığı mâ­nâ budur.

Matürîdî´ye göre kesb (kazanma), Allah Tealâ´nın kula ver­diği bir güçle yapılır. Matürîdî´ye göre kul, Allah´ın onda yarattığı bir güçle herhangi bir işi yapabilir veya yapmayabilir. Kul hürdür, bir işi yapmada seçme yeteneğine sahiptir. Dilerse bir işi yapar ve bu yapışı, Allah Tealâ´nın yarattığı işle birleşir, dilerse yapmaz. Se­vap ve günah bu yolla kazanılmış olur. Kesb böyle izah edilince, Al-lahutealâ´nm kullarının seçmelerine göre fiillerini yarattığını söyle­mek, kulların kesbi bulunduğunu söylemekle çelişmez.

Görülüyor ki, Matürîdî,, bu görüşü ile Mutezile ile Eş´ari´ler ara­sında orta bir yol tutar.

Mutezile, 4şler, Allah´ın kula verdiği bir güç ile kul tarafın­dan yaratılır.» der.

Eş´ariler ise, «Fiilin yaratılmasında kulun «Kesb» den başka herhangi bir katkısı yoktur. «Kesb» ise, kulun, tesiriyle meydana gel­meyen, sadece kulun isteğinin, Allah´ın yaratmasıyla birleşmesi de­mek olan bir şeydir» der.

Matürıdİ ise, «Kesb, kulun gücü ve tesiriyledir» der. Kesb´e tesir eden ve fiiller meydana geldiğinde eseri görülen,

kuldaki bu güce «İstitaat» (güç yetirme) denir. Ebu Hanife´ye göre kulun mükellef olmasının sebebi budur. Bu hususta, Matüridî de Ebu Hanife´ye tâbi olmuştur. Kuldaki bu «istitaat» fiillerin vukuunda gö­rülür. Çünkü bu, sonradan yaratılan ve yenilenen bir güçtür. Bu se­beple «istitaatm» fiilden evvel bulunması gerekmemektedir.

Mutezililer, insandaki bu güç yetirmenin, fiillerin meydana gel­mesinden önce insanda mevcut olduğunu, çünkü insanın, gücü yet­tiği için mükellef oluşu ve emir ve yasaklara muhatap oluşu, fiilin meydana gelmesinden öncedir.

e) Allah Teaîâ´nm sıfatları: Daha önce de beyan ettiğimiz gi­bi, Mutezile, Allah Tealâ´nın sıfatları bulunduğunu kabul etmemiş­lerdir. Eş´arî ise, Allah Tealâ´nın sıfatlarının var olduğunu ve bu sı­fatların, zatın aynısı olmadığını söylemişler. «Allah´ın, kudret, irade, ilim, hayat, sem´i, basar, kelam gibi sıfatları vardır ve bunlar, onun zatının aynı değildir.» demişlerdir.

Mutezililer ise, «Allah Tealâ´nın zatından başka birşey yoktur. Kur´an-ı Kerim´de zikredilen, «Alim», «habîr», «hakim», «semî», basîr» gibi kelimeler, Allah Tealâ´nın isimleridir.» demişlerdir.

Daha sonra, Matürîdî geldi, Allah Tealâ´nın, bu gibi sıfatları bu lunduğunu ispat etti. Fakat o, «Bu sıfatlar, Allah´ın zatından başka bir şey değildir.» dedi. Matürîdî´ye göre, bu sıfatlar, Allah Tealâ´nın zatıyla birlikte vardır. Zatından ayrılamazlar. Ve bunların, zat´dan ayrı, müstakil bir mahiyetleri yoktur ki, sıfatların birden fazla olu­şunun, «Kadim» olan Allah´ın birliğine gölge düşürdüğü zannedilsin.

Matürîdî bu görüşü ile,Mutezileye yaklaşmış, daha doğrusu, he­men hemen Mutezile ile birleşmiştir.

Müslümanlar arasında, Allah Tealâ´nm, âlim, semi, basîr, kadir, murîd (irade edici) olduğunda herhangi bir ihtilaf yoktur. Araların­daki ihtilaf sadece bu kelimelerin, Allah´ın zatından ayrı, kendileri­ne mahsus bir mahiyetleri bulunup bulunmaması hususundadır.

Mutezililer, onların, herhangi bir mahiyeti olacağını kabul etme­mektedir.

Eş´ariler ise, bu kelimelerin, ancak, zatla bulunabileceğini, bu­nunla beraber, zattan başka bir şey olduklarını söylemişlerdir.

Matüridîler ise, bu sıfatların, zattan başka birşey olmadıkları­nı kararlaştırarak, hemen hemen Mutezile ile birleşmişlerdir.

Meselâ: «Kelam» sıfatı ve Kur´an-ı Kerîm´in, mahluk olup olma­dığı hususunda şöyle izahlarda bulunmuşlardır:

Mutezile; Allah Tealâ´nm, ister zatından başka bir şey olsun, isterse zatının tam aym olmasın, «Kelâm» diye bir sıfatının olduğu­nu kabul etmez. Ve Kur´an-ı Kerim mahluktur» der.

Eş´ariler ise bu meselede, fıkıh ve hadis âlimlerinin metodu­nu izlediler. Kur´an-ı Kerîm´in, «Kadim» olduğunu söyîemedilerse de, O´nun, Allah´ın kelamı olduğunu ve mahluk olmadığını ileri sürdü­ler.

Sonra Matüridi geldi. Engelleri aştı, Kur´an-ı Kerim´in, mâ­nâsının, Aîlahu Tealâ´nm kelâmı olduğunu, bu itibarla kelamın, Allahu Tealâ´nm zati sıfatlarından biri olduğunu ve Allah´ın zatının kadimliği ile kadim olduğunu ve kelamının, harf ve kelimelerden meydana gelmediğini, çünkü harf ve kelimelerin, sonradan icadedildiklerini, sonradan icad edilen bir şeyin, varlığı gerekli, kadim bir zat´a sıfat olamayacağını, bir de sonradan icadedilen bir şeyin araz­dan olduğunu, ârâzm ise, Allah´ın zatı ile kaim olamayacağını söy­lemiştir.

Bu izaha göre, Kur´an-ı Kerîm´in mânâsını gösteren harf ve iba­reler hadistir (sonradan yaratılmıştır). Bundan şu neticeye varılır:

Kur´anı Kerîm´in, kadîm olan mânâsını ifade eden harfleri, lâfızları ve ibareleri hadistir.

Matüridî, bu izah tarzıyla Mutezile ile birleşmiştir. Çünkü o, Kur´an-ı Kerîm´in, mahluk olduğunu söylememiş ise de, hadis oldu­ğunu söylemiştir.

Hülâsa, Kur´an-ı Kerîm, üç vasıfla sıfatlandırılnııştır.

Mutezilüer, Kur´an-ı Kerim´i «mahluk» olarak sıfatlandirmışlardır.

Eş´ariler, fıkıh ve hadis âlimleriylo, Kur´an-ı Kerîra´in «mah­luk» olmadığını söylemişler, fakat onu, «kadim» olarak sıfatlandır-mamışlardır.

Matürîdîler ise, Kur´an-ı Kerîm´in «hadis» olduğunu söylemiş­ler ve O´nun «mahluk» olduğunu söylememişlerdir. îşte ihtilaf konusu budur, ihtilaflar, herhangi bir neticeye varmamaktadır. Zira görül­düğü gibi ihtilaflar yüzeyseldir.

f) Matüridî, Allah Tealâ´nın, kendisini sıfatlandırdığı bütün sı­fatları ve halleri, olduğu gibi kabul edip, asıllarını reddederek, onla­rı değiştirmeye girişmemesiyle beraber Allah Tealâ´nın, cisimden, me­kandan ve zamandan beri olduğunu kabul eder. Allah Tealâ´nın «yüz», «el», «göz» gibi uzuvlara sahip olduğunu zahiren ifade eden âyet-i kerîmeleri, te´vil eder ve daha önce beyan ettiğimiz prensibi­ne göre hareket eder. O da; «Müteşabih âyetleri, mânâsı açık muh­kem âyetlerle izah prensibidir.» Meselâ; Matüridî, «...Ve sonra Al­lah arşı istiva etmiştir...[8] âyet-i celilesindeki «istiva» kelimesini «Düzgünce yarattı» şeklinde izah etmiş. «... Biz ona şah damarından daha yakınızda-.[9] âyet-i celîlesini, «Allah Tealâ´nın azametine ve kudretinin kemaline işaret ediyor.» diyerek izah etmiştir. Böylece Matürîdi, her teşbihi veya cisim nisbet etmeyi, yahut yer ve zaman izafe etmeyi te´vil eder, böylece Mutezilîlere yaklaşır, yahut onlar­la birleşir.

Eş´ari´den ise, bu hususta iki görüş nakledilmektedir. Birinci görüşünü «îbane» adlı eserde zikreder. Bu görüşe göre Eş´arî, müte-şabih âyetlerin tevil edilemiyeceğini, Allah Tealâ´nın «eli» bulundu­ğunu fakat onun elinin, yaratıkların eline benzemiyeceğini, çünkü O´nun, Kur´an-ı Kerîm´de «... O´nun hiçbir benzeri yoktur...»[10] buyur­duğunu söyler.

«Lem´a» adlı eserde zikrettiği ikinci görüşü ise; riıüteşabih âyet­lerin, muhkem âyetlere göre tevil edilebileceğidir. Nitekim, Matüri­dî de aynı yolu tutmuştur.

Bu görüşün, Eş´arî´nin son görüşü olduğu anlaşılmaktadır. Çün­kü Eş´arîler, bu son görüşü kabullenmekte «Allah´ın eli veya yüzü vardır» diyenin, Allah´ı yaratılanlara benzeten kimselerden olacağı­na dair hüküm vermektedirler. Evet, bu son görüş, tamamen Matürî-dî´nin görüşünün aynısıdır.

g) Allah Telaâ´nm görülmesi meselesi. Kur´an-ı Kerim´de, Al­lah Teaİâ´nın, âhirette görüleceğine dair âyet-i celîleler mevcuttur. «O gün, Rablerine bakan, pırıl pırü parlayan yüzler de vardır.»[11] Bu­na dayanarak, Eş´arî, Allah Teaîâ´mn, kıyamette görüleceğini tesbit ettiği gibi, Matürîdi de tesbit etmiştir. Ancak, Mutezile fırkası, Allah Tealâ´nm görüleceği görüşünü reddetmiştir. Çünkü* Allah´ı görmek, görenin ve görülenin bir yerde bulunmasını gerektirir, bu ise, Allah Tealâ´ya «Mekân isnad etmek olur. Halbuki Allah Tealâ, herhangi bir yerde bulunmaktan münezzehtir. Zaman mefhumu O´nun için söz konusu değildir. Allah Teaîâ´mn kıyamette görüleceğine inanan Ma­türidî, "Allah Tealâ´mn, kıyamette görülmesi meselesinin, kıyamete ait hallerden olduğunu, bu hallerin, keyfiyetlerinin ne olduğunu an­cak, Allah Tealâ´nın bilebileceğini, bizlerin bu hususta, keyfiyetin nasıl olacağını bilmeden, sadece, Allah´ın görüleceğini beyan eden metinleri bildiğimizi söyler.

Mutezile, kıyamette, Allah Tealâ´nın görülmesi meselesini, cisim­lerin görülmesine benzetmektedir. Cismi olmayan bir şeyin görülme­sini, cismi olan bir şeye kıyaslamaktadır. Bu ise, şartları bulunma­yan bir kıyastır. Göz ile görülmeyen bir şeyi, göz ile görülen bîr şe­ye kıyaslamanın şartlarından biri de; görünmeyenin, görülenin cin­sinden olmasıdır. Görülmeyen, görülenin cinsinden olmazsa, kıyasın şartları tahakkuk etmediği için, kıyas temelinden çürüktür.

Böylece Matüridî, Allah Tealâ´nm, kıyamette görüleceği netice­sine varır. Allah´ı görme meselesinin, hesap, sevap ye ceza günü olan kıyamet gününün hallerinden biri olduğunu söyler. Görülmesinı, na­sıl olacağını anlatmaya kalkışmanın mantıksız bir saldırı olduğunu beyan eder. Allah Tealâ´nın, nasıl görüleceğini, gerek olumlu gerek olumsuz yönden bilmeye çalışanın, haddini aştığını, ilminin üstünde olan bir şeyi öğrenmeye çalıştığını ´söyler. Halbuki Allah Tealâ şöyle buyurur: «Ey insanoğlu, bilmediğin bir şeyin ardına düşme. Çün­kü, kıyamet gününde, kulak, göz ve kalb, işte bütün bunlar, yaptık­larından mes´uldürler.»[12]

h) Büyük günah; İslâm âlimleri, mümin olan kişinin, cehen­nemde ebedî kalmayacağı hususunda ittifak etmişlerdir. Ancak, ce­hennemde ebedi olarak kalmayacak olan müminin- kim olduğu hu­susunda ihtilaf etmişlerdir.

Haricîler, büyük veya küçük, hertürîü günah işleyenin, kâfir olduuğnu söylemişlerdir. Onlara göre, bu gibi bir insan ne nıüslümandır, ne de mü´min.

Mutezile ise, büyük günah işleyeni müslünıan sayar, fakat onun mü´min olduğunu kabul etmez. Onun, samimi bir tevbe ile tevbe etmedikçe ebedi olarak cehennemde kalacağını, fakat göreceği âzâbm, Allah´a ve Resul´üne iman etmeyenlerin azabından daha ha­fif olacağını söyler.

Harici ve Mutezililerin, ameli, imandan bir cüz (parça) saydık­ları anlaşılıyor.

Ameli, imandan bir cüz saymayan, Eş´arî ve Matürîdi mezhep­leri ise, büyük günah işleyenin, hesaba çekileceği ve ceza görebile­ceği, yahut Allah´ın, îûtfu ile o kimsenin günahlarım affedebileceği­ni kabul ederler. Büyük günah işleyenin imandan çıkmayacağını söylerler.

Bu hususta Matüridi´nin görüşü; «Tevbe etmnse dahi, büyük gü­nah işleyen kimsenin, cehennemde ebedî olarak kalmayacağıdır.» Matüridi bu hususta yine şöyle söyler: «Allah Tealâ, Kur´an-ı Keri­minde, kötülüğün derecesine göre insanı cezalandıracağını beyan bu­yurur ve şöyle der: «...Kim de bir kötülük işlerse sadece o kötülü­ğün misliyle cezalandırılır. Onlar, haksızlığa uğratılmazlar...»[13] Şüp­hesiz ki Allah´ı inkâr etmeyenin veya O´na ortak koşmayanın güna­hı, kâfir ve müşrikin günahından daha hafiftir. Allah Tealâ, cehen­nemde ebedî olarak kalmayı, ortak koşmanın ve inkâr etmenin ce­zası olarak tayin etmiştir. Şayet Allah Tealâ, inancı olduğu halde bü­yük günah işleyeni, kâfire verdiği ceza ile cezalandıracak olursa, kişiye, günahından fazla ceza vermiş olur. Bu da, Allah´ın, vaadin­den dönmesi demektir. Allah ise, kullarına asla zulmetmez ve vaa­dinden asla dönmez.

Diğer yandan, inkâr edenle, günahkâr müminin cezasının eşit oluşu, Allah Tealâ´nm hikmet ve adaletine ters düşer. Çünkü günah­kâr mümin, en büyük olan bir iyiliği yapmıştır. O da iman etmektir. Kâfir ise, eri kötü bir fenalığı yapmıştır. O da inkâr etmektir. Eğer, Allah Teaiâ, günah işleyeni ebedî olarak cehennemde bırakmış ol­sa, bu takdirde, en büyük fenalığı işleyenin cezasını, en büyük iyi­liği işleyenin mükâfatına denk tutmuş olur... Adalet ve hikmet, ce­zanın suç kadar olmasını ve sadece mükâfatın, yapılan iyilikten da­ha fazla olabileceğini gerektirir.»

Sonra, Matüridi (R.A.) şunları söyler; «Müminlerden, günah iş­leyenlerin gerçek durumu Allah´a bırakılmıştır. Allah dilerse, ken­dinden bir lütuf, bir iyilik ve merhamet olarak, bunları affeder, di­lerse, günahları kadar onlara azabeder. Fakat onlar, cehennemde ebedi olarak kalmazlar.

Böylece ehl-i İman, ümitle korku arasında bulunur. Allah Tealâ, küçük bir günahın karşılığında kulu cezalandırabilir, büyük bir gü­nahı işlemesine rağmen onu affedebilir. Nitekim, bir âyet-i kerîme­de şöyle buyurur: «Şüphesiz ki Allah, kendine ortak koşulmasını af­fetmez. Bunun dışında, dilediği kimseyi affeder. Kim, Allah´a orta : koşarsa şüphesiz, büyük bir günah ile iftira etmiş olur.»[14]

Hicrî 3. ve 4. yüzyıllarda, tslâmî düşünceyi meşgul eden bu me­seleler hakkında Matüridi´nin topluca görüşleri bunlardır.

Bu meseleler, âlimler arasında, fikri sürtüşmelere yol açmıştır. Âlimler, bu meseleler hakkında ihtilaf etmenin, ehl-i kıble olan her­hangi bir kişiyi küfre götürmeyeceği hususunda ittifak etmişlerdir. Âlimler arasındaki ihtilaf konusu şudur. Aralarında hangisinin me­todu, sahabe-i kiram´m ve tabiinin metoduna daha uygundur Kur­tuluşa daha yakındır Din için hayır dilemeyenlerin ortaya attıkları şüphelerden daha uzaktır

Matüridi´nin görüşleri, Mutezileye daha yakındır. «Bunun görüş­leri, Ebu Hanife´nin görüşlerinin izahıdır.» denilmiştir. En iyisini Allah bilir.[15]







--------------------------------------------------------------------------------

[1] İslamda Siyasî Ve İtikadî Mezhepler Tarihî Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 1/214-217.

[2] İslamda Siyasî Ve İtikadî Mezhepler Tarihî Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 1/218.

[3] Nisa suresi âyet; 82

[4] İslamda Siyasî Ve İtikadî Mezhepler Tarihî Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 1/218-220.

[5] Enbiya suresi âyet; 23

[6] Maide suresi âyet; 38

[7] Al-i Imran suresi âyet; 9

[8] Secde suresi âyet; 4

[9] Kaf suresi âyet; 16

Kaf suresi âyet; 16

[10] Şura suresi âyet; 11

[11] Kıyame suresi âyet; 22-23

[12] Isra suresi âyet; 36

[13] En´am suresi âyet; 160

[14] Nisa suresi âyet; 48

[15] İslamda Siyasî Ve İtikadî Mezhepler Tarihî Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 1/220-231.