08-30-2018, 02:33 AM
İmam Zeyd (80 122 H.)
Îmam Zeyd´în Doğumu Ve Gençliği
İmam Zeyd Mücadele Alanlarında.
Hîşam B. Abdîlmelîk´e Karşı İsyanı
İmam Zeyd´in Savaşa Girişi Ve Şehîd Oluşu.
Savaştan Sonra.
İmam Zeyd´in Şahsiyet Ve Karakteri
İmam Zeyd´in Görüşleri
1- Siyasete Dair Görüşleri
2- Usûlu´d-Dln (Akaîd)´e Dalr Görüşleri
İmam Zeyd´in Fıkhı
El-Mecmu´ Adli Eserî
El-Mecmu´ Nasıl Yazıldı .
İmam Zeyd´in Fıkıh Ve Hadîsinin Genel Görünüşü.
İmam Zeyd´e Göre Aklın Görevi
İmam Zeyd´den Sonra Zeydiye Fıkıhının Durumu.
İMAM ZEYD ve MEZHEBİ[1]
İmam Zeyd (80 122 H.)
Hicrî birinci yüzyılın ikinci yarısının sonuna doğru Peygamber Şehrinde; kalbi İmanla dolu, nuru yüzünü heybet Ve celâl ile aydınlatan biri yaşıyordu. Bütün Medine onu seviyor, gelip geçenler onun adını ve üstünlüğünü anıyordu. O, mütevazı olduğu için yükseliyor, insanlara kıymet verdiği için onlar da kendisini yüceltiyor, zayıfları sevdiği için de bütün insanlar onu seviyordu. Fakirlerin derdine ortak olur, yetimlere babalık şefkati gösterirdi. İşte bu zat; Hz. Hüseyin´in kılıçların ağzından kurtulan biricik oğlu Ali Zeynelâbidin idi. O şehidler babası ve Kerbelâ´daki korkunç zulmün yere serdiği Hz. Hüseyin´in nesli, işte bu zat ile devam etmiştir.
O, bu acıklı sahne üzerine durmadan ağlar ve üzüntüsünü bir türlü gideremezdi. Çünkü, Ehm Beytin bütün sevgili evlâtları öldürülmüş, böylece o, yalnız başına yaşamak zorunda kalmıştı. Bu konuda kendisi bir kere şöyle söylemiştir:
Yakub (A.S.), Yusuf için gözleri kalana kadar ağlamıştır. Halbuki o, Yusuf´un ölüp ölmediğini bilmiyordu. Ben ise, Ehl-i Beytimden 10´dan fazla insanın bir kuşluk vakti gözlerimin önünde boğazlandığını gördüm. Siz, onların acısının gönlümden gideceğini mi sanıyorsunuz
Ali Zeynelâbidin, ruhî elem ve üzüntüleri içerisinde bir merhamet kaynağı olmuş ve gönlü onunla dolup taşmıştır. O, cömert idi, borçluların borcunu öder, muhtaçların yardımına koşardı. Affetmek, iyilikte bulunmak onun en büyük vasfıydı. Ondan şöyle bir olay rivayet edilir: Bir gün bir câriye ibriği eline almış, abdest alması için ona su döküyordu. Câriye, ibriği Ali Zeynelâbidin´in üzerine düşürdü ve yüzünü yaraladı. Ali Zeynelabidin, kmayıcı bir edâ ile başını cariyeye doğru kaldırdı. Bunun üzerine câriye şöyle söyledi: Allah, Kur´an´da, «Öfkelerini yenenler» buyuruyor. O, öfkemi yendim dedi. Câriye, «İnsanları affederler» buyuruyor, dedi. O, seni affettim dedi. Câriye, «Allah, ihsan sahiplerini sever»[2] dedi. O da, sen, Allah yolunda hürsün, cevabını verdi.
İşte Ali Zeynelâbidm Hicaz ülkesinde, özellikle Mekke ve Medine´de böyle asalet, büyüklük, merhamet ve iyilikseverlikle tanınmıştır. O, halife çocuklarının ulaşamadığı bir dereceye yükselmiştir. Saltanatı olmadığı halde herkes ona saygı gösterirdi. Çeşitli yollardan rivayet edildiğine göre Hişam b. Abdilmelik, halife olmadan önce hacca gelmiş, Kabe´yi tavaf ediyordu. Haceru´I-Esved´i eliyle selâmlamak için ne kadar çabaladiysa da kalabalıktan buna muvaffak olamadı. Nihayet kendisi için bir minber yapıldı ve onun üzerine oturdu. Etrafını Şamlılar çevirmişti. Tam bu sırada Ali Zeynelâbidin belirip Haceru´I-Esved´i selâmlamak için yaklaşınca, halk, onun yolunu tam bir saygı ile açtı. O güzel bir kıyafet içerisinde vakarlı bir haldeydi. Hişam, küçümsiyerek, bu da kim » diye sordu. Orada bulunan şâir Ferezdak ileri atıldı ve şu kasidesiyle onu tanıttı:
İşte bu; ayak sesini bütün Hicaz´ın tanıdığı,
Beytullahm, Haramı Şerif ve çevresinin bildiği,
Allah´ın kullarının en hayırlısının oğludur.
İşte bu; takva sahibi ve tertemiz olan sancak,
Gördüğü zaman kendisine Kureyş´in
Cömertlikle fazilet kaynağı dediği kişidir,
Ki senin «Bu da kim » sözün eksiltmez onun kadrini,
Tanımazlıktan geldiğini senin Arab da iyi tanır, Acem de...[3]
Ali Zeynelâbidin, kendisini fıkıh ilmine ve hadîs rivayetine vermiştir. O, tabiîlerden de hadîs rivayet etmiştir. Ehl-i Beytin fikir mirasını da muhafaza etmiştir. Ondan îbni Şihab ez-Zühri, hadis, rivayet eder ve onu takdirle anardı. O, siyasetten uzak durdu ve tamamen kendisini İslâm ilmine verdi.
Onun çağında şiîlerin sapıkları (Gulât-i Şia) mevcut idi. Onlarla karşılaştığı zaman tutumlarını tenkid eder ve onlan hakikat yoluna çağırırdı. Rivayet edildiğine göre Irak´dan gelen bir topluluk onun etrafına oturmuş, Ebu Bekr ve Ömer (R.A.)´i kötü sözlerle anmışlardı. O, bunlara şöyle haykırdı: «Söyleyiniz, siz kimsiniz Yurtlarından ve mallarından uzaklaştırılan, Allah´ın fazlım ve yüksek rızâsını istiyen, Allah ve Resulünün yolunda koşan ilk muhacirlerden inisiniz » Onlar, hayır dediler. O, «Siz yurdu ve îmanı daha önce tutmuş olan, kendilerine gelen muhacirleri sevenlerden misiniz » dedi. Hayır, dediler. O, bunun üzerine onlara şu cevabı verdi: Kendiniz itiraf ettiğinize göre siz ne onlardan, ne de bunlardansınız. Ben tanıklık e´derim ki siz Allah´ın şu âyetindeki üçüncü zümreden de değilsiniz: «Onlardan sonra gelenler; Rabbimiz, bizi ve İmanda bizi geçen kardeşlerimizi bağışla. Kalplerimizde İman edenlere karşı bir kin bırakma, derler.»[4] Bundan sonra onlara, benden uzaklasınız; Allah lâyıkınızı versin, derneğinizi dağıtsın, siz İslâm ile alay ediyorsunuz ve îslâm ehli değilsiniz, dedi.[5]
Îmam Zeyd´în Doğumu Ve Gençliği
İşte îmam Zeyd, bu büyük ve cömert babanın gölgesinde doğdu ve büyüdü. Bu acıklı ve üzüntülü muhitte yaşadı. Allah, ondan da, şerefli atalarından da razı olsun. Bu tertemiz soydan gelen İmam Zeyd´in babası Ali Zeynelâbidin, dedesi şehidler şehidi Hz. Hüseyin; büyük dedesi İslâm kahramanı, İlim şehrinin kapısı, sahabîlerin en büyük kadısı, Medine´ye yapılan göçte Peygamber CS.A.V.)´in kendisi ile kardeşlik akdettiği Hz. Ali´dir.
Zeyd´in doğum tarihi tam olarak bilinmemektedir. Fakat Hicri 80 yılında doğduğu anlaşılmaktadır. H. 122 yılında da şehid olarak öldüğü en kuvvetli rivayetlerle ifade edilmektedir. Öldüğü zaman 42 yaşını geçmediğinde rivayetler birleşmektedir.
Onun iyi bir şekilde yetişmesi için gerekli muhit mevcut idi. Bu muhit, ona yükseklik ve büyüklük duygusu yermiştir. O, soyundan gelen yüksek şeref sayesinde ruhi bir ululuk duyardı. Çünkü bir taraftan Hz. Peygamber (S.A.V.)´in, diğer taraftan Hz. Ali´nin torunu idi. O. sıkıntı ve mihnetler içerisinde yaşadı. Fakat bu sıkıntı ve mihnetler, ona ruhî bir olgunluk kazandırdı. Kendi ailesinde bulduğu İlim pınarlarından bol bol içti. Bütün bunların üstünde Irak ve diğer îslâm ülkelerinde şiddetli fitneler meydana geldiği zaman o. bir çok sahâbî ve tabiîlerin sığındığı Peygamber ve Nur Şehri Medine´de idi. Bu şehir, Sünnetin beşiği, Peygamber ilminin ışığı idi. Nitekim daha sonra Ömer b. Abdilaziz Medine´ye haber göndermiş, orada oturmakta olan tabiilerden Peygamber´in sünnetlerini toplamalarını ve diğer İslâm ülkelerine yaymalarını emretmişti.
İmam Zeyd, böyle bir İlim çağında yetişmiş, böylesine yüksek bir aile içinde doğup büyümüş ve mükemmel bir insan olarak yaşamıştır. O, babasından Ehl-i Beytin ilmini rivayet etmiştir. İmam Zeyd´in bütün rivayetlerini içine alan «el-Mecmu» adlı kitabında Hz. Ali´ye dayanan pek çok hadis mevcuttur.Ayrıca o, babasından Ehl-i Beytin ilmini rivayet ettiği gibi Hz. Ali ve Hüseyin´den başka râvilerden de bir çok hadisler rivayet etmiştir. Nitekim babası Ali Zeynelâbidin de bir çok tabiîlerden rivayetlerde bulunmuştur. Çünkü onlar, tabiîlerden rivayet etmekle halk arasında şeref ve itibarlarının sarsılacağı vehmine asla kapılmamışlardır.
Babası H. 94 yılında öldüğü zaman İmam Zeyd 14 yaşında idi. O, kendisine babalık yapacak bir yaşta olan ağabeyi Mühammed Bâkır´dan da rivayet etmiştir. Mühammed Bâkır´m oğlu İmam Cafer-i Sadık, İmam Zeydle yaşıt idi.
İmam Zeyd´in 14 yaşında iken babasından Ehl-i Beytin bütün ilmini öğrenmiş olması düşünülemez. O, ilminin büyük bir kısmını, babasının bütün ilmini öğrenen ağabeyinden almıştır. Mühammed Bakır, İlim ve fazilette İmam idi. Bir çok bilginler ve Irak âlimlerinin başı Ebu Hanîfe de ondan İlim öğrenmiştir. Mühammed Baku, İlimde gerçekten İmamlık mertebesine yükselmişti. Hattâ âlimlerin sözlerini inceler, bunların doğru ve yanlışını ortaya kordu.
Ehl-i Beyt arasında îmam Zeyd´in çağdaşı âlim, fâzıl, bilginlerin ilmine başvurup şahsiyetine saygı gösterdiği, halkın ve idarecilerin saygı duyduğu biri vardı. îşte o, Zeynelâbidin´in amcası Hz. Hasan´m torunu Abdullah b. Hasan idi. Bu zat, çok doğru ve pek güvenilir bir kimse olup Ebu Hanîfe kendisinden ders almıştır. İmam Mâlik ve Süfyan es-Sevrî gibi birçok muhaddisler ondan rivayet etmişlerdir. O, Halife Ömer b. Abdilaziz´e uğramış ve ondan büyük ikram görmüştür, İlk Abbasi halifesi Abdullah Seffah´a uğramış, ondan da tazim görmüştür. Halifeliğinin ilk günlerinde Ebu Cafer el-Mansur da ona saygı göstermişti. Fakat, Abdullah b. Hasan´ın oğulları, Ebu Cafer aleyhine harekete geçince onu hapsettirmiş, ölümüne kadar da hapishaneden çıkarmamıştır ki öldüğü zaman O, 75 yaşındaydı.
Zeyd, Abdullah b. Hasan´dan da İlim tahsil etmekle Ehl-i Beyte mensup diğer seçkin bilginlerin İlimlerini de öğrenmiş oldu. Ayrıca O, Peygamber´in mescidinde İlim meclisleri akdeden tabiilerden de İlim öğrenmiş, onların rivayetlerini, çıkardıkları hükümleri ve verdikleri fetvaları tesbit etmiştir. Böylece O, Peygamber evinde tahsilini tamamlamış, ilmin beşiği olan Medine´de kendisini tanıtmıştır. Nihayet kendisini güçlü bulduğu zaman Medine´den dışarı çıkmış, böylece babasının ve ağabeyinin usûlünden ayrılmıştır. Çünkü onlar, Medine´den dışarı ancak hac maksadıyla çıkarlardı. Yani, Hz. Hüseyin´in çok feci bir şekilde öldürülmesinden sonra Ehl-i Beyt men-subları, Medine´den dışarı çıkmıyorlardi; ancak hac maksadıyla çıkabiliyorlardı. İnsanları ve siyaseti terketmişler, kendilerini sadece ilme vermişlerdi. Kendilerine İlim için gelenlere ilgi gösteriyorlar, fıkıh ve dahîsi yayıyorlardı. Bu yüzden Hâşimî ailesinin diğer ileri gelenlerini onlar fikir, fıkıh ve din bakımından geçmiş bulunuyorlardı.
Zeyd, İlim uğruna Medine´den çıktıktan sonra çeşitli memleketlere giderek ilmi her bulduğu yerde almıştır. Basra´da Vâsıl b. Ata´ ile karşılaşmış; onunla mu´tezilî görüşleri incelemiştir. Bu sebeple, ilerde de anlatacağımız gibi, onun görüşleri ile mu´tezili görüşler arasında bir yakınlık meydana gelmiştir. Onu, bilhassa Hâşimî ailesinde tahsil ettiği İlim yükseltmiştir. Zira, onun mensup olduğu bu aile içinde akâid, fıkıh ve hadis âlimleri bulunuyordu. Meselâ, Hz. Ali´nin Fatıma´dan sonra aldığı hanımından doğan Muhammed b. Hanefiyye bunlardandır. Şehristâni, Muhammed b. Hanefiyye hakkında şöyle söyler: Muhammed b. Hanefiyye derin bir bilgi, keskin ve isabetli bir görüş sahibi idi. Ona babası Hz. Ali savaş vaziyetlerini anlatmış ve onu ilmin yüksek derecelerine vukuf , sahibi yapmıştır. O da uzleti seçmiş ve şöhrete karşı ilgisizliği tercih etmiştir.[6]
Zeyd, muhtelif yerlerde İlim tahsil ettikten sonra Irak ve Hicaz ülkelerinde dolaşmış, âlimlerle müzakerelerde´ bulunmuş, sonra ömrünün çoğunu Medine´de geçirmiştir. Ona her taraftan bir çok talebe gelmiş ve İlim öğrenmiştir. O, Medine´de bulunduğu zamanlar kendisini Kur´an okumaya ve ibadete vermiş olup kıraat hususunda da insanların en bilgini idi. İlimde zirveye ulaşmıştı. îmam ´zam Ebu Hanife onun hakkında şöyle söylemiştir: «Zeyd b. Ali´yi gördüm; çağında ondan bilgin, ondan daha çabuk cevap veren, ondan daha açık söz söyliyen birini görmedim. O, eşsiz bir insandı.»
Abdullah b. Hasan da Zeyd´in oğlu Hüseyin´e şöyle söylemiştir . Atalarının sana en yakını Zeyd b. Ali´dir. Ben aramızda ve bizden başkaları arasında onun benzerini görmedim.»[7]
İmam Zeyd Mücadele Alanlarında
Ehl-i Beyt, hem söz ile hem de fiilen siyasetten uzaklaşmıştı. Hattâ onlar, hükümdarlara, baskılarından kurtulmak için, «Emîr´ul-Mu´-minîn» diye hitabediyorlardı. Onların çoğu, Medine´de ancak siyasî çevrelerle temas etmemek için kalıyorlardı. Onlardan Irak ve Şam ülkelerinde en çok dolaşan İmam Zeyd´dir.
Fakat, Haşimî ailesinin halktan ayrı olarak yaşamasına rağmen, memleketin her tarafında şiîlik propagandası alabildiğine yayılıyordu. Ehl-i Beyt´in şiilerden uzak yaşayışı, bu şiîlerin çoğunun gerçek İslâm yolundan sapmasına sebeb oldu. Bunlarla karşılaşan Ehl-i Beyt mensubları, onları dâima sert bir şekilde azarlamışiardır. îmam Zeyd, seyahatları sırasında bu şiîler arasında hakikati yaymaya ve onları sapıklıktan uzaklaştırmaya çalışmıştır.
Emevl Devletinin başına, Hicrî 105-125 yıllarında hüküm süren Hişam b. Abdilmelik geçmiştir. Bu Emevi Halifesi, Zeyd´i ve onun hareketlerini, adamları vasıtasıyla daima takib ediyordu. Çünkü Abbasîlerin propagandası, şiî bir kılığa bürünmüş, Horasan ve Mâverâunnehr ülkelerinde gizli gizli yayılıyordu. Zeyd üzerinde şüpheler artmış ve bütün hareketlerinden dolayı ittiham edilmeye başlanmıştı. Fakat, suçlu olduğunu gösterecek bir delil bulunamamıştı. Zeyd, devlete karşı ayaklanmak için her hangi bir teşebbüste bulunmamıştır. Ancak, İlim ve irşat vazifesiyle uğraşmıştır. Zeyd´i ittiham etmek için elde bir delil bulunmadığı halde, Hişam şüpheden kurtulamamıştır; çünkü o, Ehl-i Beytin halk nazarmdaki mevkiini biliyordu. Ayrıca Beytü´l-Haram´da Ali Zeynelâbidin e gösterilen saygıyı gözleriyle görmüştü.
Hişam, İmam Zeyd´in durumunu gözetlemekle yetinmedi, tersine, Ehl-i Beyt´in mevkiini sarsmaya teşebbüs etti. Bu maksatla O, Medine Valisini Ehl-i Beyt mensupları arasında fitne çıkarmaya şevketti. Esasen Zeyd ile amcası Hz. Hasan´m evlâtları arasında Hz. Ali´nin bir vakfı üzerinde münakaşa mevcuttu, Onlar bu vakfın mütevelliği meselesinde anlaşamıyorlardı. Vali, bu dâvanın kendi huzurunda halledilmesinde ve husûmetin uzamasında İsrar ediyordu. Bu maksatla, Vali, bütün Medine´lileri, bu muhakemenin cereyanma şahit kılmak için, bir araya topladı ve Hz, Hüseyin evlâtları arasındaki uygunsuz tartışmayı halka duyurmak istedi. Valinin kötü maksadım kavrayan Zeyd, Medine´de bu dâva ile ilgili dedikodulara son vermek için kendi hakkından vazgeçti.
Bu dâvanın duruşmasıyla ilgili bazı hususları İbnu´I-Esir´den dinliyelim: «Medine bulgur kazanı gibi kaynıyordu. Herkes birbirine Zeyd böyle dedi, Abdullah şöyle dedi gibi lâflar söylüyordu. Ertesi gün olunca Vali Halid, Mescid´de yerine oturdu. Halk da toplanmıştı. Bazısı mahcup, bazısı da üzüntülü idi. Halkı, buraya, Ehl-i Beyte mensup insanların biribirine kötü sözler sarf etmesinden hoşlanan Halid bilhassa çağırmıştı. Abdullah konuşmaya başladı. Bunun üzerine Zeyd söze karışıp: «Acele etme, ey Ebu Muhammed. Eğer Zeyd, seninle Halid´in huzurunda muhakeme olacaksa, sahip olduğu bütün köleleri ebediyen azat edecektir,» dedi. Sonra Vali Halid´e dönerek: «Allah´ın Elçisinin zürriyetini böyle bir mesele için mi topladm Halbuki Ebu Bekr ve Ömer onları böyle bir iş için asla topIamamıştı»[8] demiştir.
îşte İmam Zeyd´in bu davranışıyla tartışma sona ermiştir. Fakat Vali, duruşmada hazır bulunan bazı serserileri kışkırtarak Zeyd´e küfrettirmiştir. îmam Zeyd ise, bunlardan yüz çevirerek, «Biz, sizin gibilere cevap vermeyiz» demekle yetinmiştir.
Medine´den her çıkışında îmam Zeyd´e gösterilen güçlükler şîd-detlenirdi. O, bir kere Irak´a gitmişti. Buranın valisi Halid b. Abdil-lâh el-Kasrî de ona çok ikramda bulunmuştu. Fakat bu vali yerinden azledilmiş, ondan sonraki vali hem Zeyd´i ittiham etmiş, hem de Halid b. Abdillah el-Kasri´yi, Ehl-i Beyt´e malî yardımda bulunmakla suçlamıştı. Medine´ye gitmiş olan îmam Zeyd, bu hususta sorguya çekilmek üzere Irak´a çağrılmıştır.
îşte bu türlü güçlük, ihanet ve eziyetler, hem Medine Valisi hem de başkaları tarafından durmadan Zeyd´e yöneltiliyordu. Nihayet o, Hişam´a gidip Medine Valisini şikâyet etmek zorunda kaldı. Fakat Hişam´a gidince, Halîfe, onu küçük düşürmek istemiş ve huzuruna kabul etmemiştir. Huzuruna çıkmak için İmam Zeyd´in gönderdiği kâğıdın altına Hişam şunu yazmıştır: «Medine´deki evine dön!» Zeyd´in İsrarı üzerine Hişam sonunda onu kabul etmiş; fakat içeri girince ona oturacak yer göstermemiştir. Zeyd de boş bulduğu bir yere oturmuş ve şöyle demiştir: «Ey Emîr´ül-Mü´minîn, hiç bir kimse Allah´a tavkâ hususunda büyüklük taslıyamaz. Keza, hiçbir kimse Allah´a takvadan başka bir hususta kendisini küçültemez.» Hi-şam şöyle cevap vermiştir: «Sus, anasız olası. Sen hilâfet iddiasında bulunuyorsun. Halbuki sen bir cariyenin oğlusun.» Zeyd, buna şu sözleriyle son derecede metanetli bir cevap vermiştir: «Allah katında hiçbir kimsenin derecesi Peygamber´den daha yüksek ve kadri ondan daha yüce değildir. İsmail Aleyhisselâm da bir cariyenin oğlu ve kardeşi de Surayha´ın oğludur. Bütün insanların hayırlısı Hz. Peygamber, İsmail soyundan gelmiştir. Birisinin dedesi Allah´m Elçisi ve babası Ebu Talib´in oğlu Hz. Ali olursa, kimsenin ona diyeceği birşey yoktur.» Bunun üzerine Hişam, «Dişan çıkınız- dedi. Zeyd de, «Çıkıyorum; fakat bundan sonra, senin istemediğin yer ne re ise orada bulunacağım» cevabını verdi.[9]
Hîşam B. Abdîlmelîk´e Karşı İsyanı
İmam Zeyd Medine ve Irak´ta türlü işkencelere uğradı.´ Durumunu Hişama şikâyet etmek istediği zaman yine eziyet gördü. Hz. Ali´nin torunu olduğu halde huzurundan kovuldu. O biliyordu ki şerefli insan, zulme karşı koyar ve ağzını doldurarak «Hayır!» der. Bunun için bu, Hâşinıî genci de ağzını doldurarak «Hayır!» dedi. Zillete mukabil ölüme razı oldu. îsyan bayrağını açmak üzere iken onun şu mısraları söylediği rivayet edilir: «Erken kalktım ölüm beni korkutuyor, sanki Ben hayat sahnesinden ayrılmışım. Ona cevap verdim s Ey ölüm sen bir pınarsın, Elbet ben de senden bir bardak içeceğim.»
Yiğit delikanlı, her türlü korkudan uzak, ya hak, ya ölüm diyerek meydana atılmıştı. Bunlardan hangisine kavuşursa kavuşsun, içinde bulunduğu durumdan daha iyi olacaktı. Savaş hazırlığını yaptıktan sonra gizlice Kûfe´ye gitmişti. Fakat bu bilinen bir gizlilikti. Çünkü onun işi kimseye meçhul değildi. Irak´lı şiîler hemen etrafını sarıp bîata başlamışlardı. Onun biat ve davetinin şekli îb-nü´1-Esir´in el-Kâmü´inde şöyle anlatılır:
«Biz, sizi Allah´ın Kitabına ve O´nun Elçisinin Sünnetine, zâlimlerle savaşa, zayıfları müdafaaya, yoksullara yardıma çağırıyoruz ve bu mücadelenin kazandıracağı ganimet, bunu hak edenler arasında eşit olarak paylaştırılacaktır. Zulüm defedilecek, hak sahibine yardım edilecektir. Buna göre bana biat ediyor musunuz Onlardan «evet» cevabını alınca, elini tek tek onların ellerinin üzerine koydu ve şöyle dedi: Allah´ın ahdi ve mîsakı, O´nun ve Elçisinin zimmeti üzerinize olsun. Bana yaptığınız bîata vefa göstereceksiniz, düşmanlarımla savaşacaksınız, benim için gizli ve açık her yerde nasihat edeceksiniz, değil mi Biat edenlerin «evet» demesi üzerine onların ellerinin üstünü ayrı ayrı mesnetti ve, Allah´ım sen şahit ol, dedi.»[10]
İmam Zeyd´e Kûfe´lüerden bu şekilde 15 bin kişi biat etmiştir.Vâsıt gibi civar şehirlerden katılan şiîlerle bunların sayısı 40 bine çıkmıştır. Ehli Beyt´in ileri gelenlerinden bir çoğu Zeyd´i uyarmış ve Küfe´lilere güvenilemiyeceğmi söylemiştir. Fakat Hz. Ali´nin torunu kararından vazgeçmemiş, ya şeref ya ölüm, diye yoluna devam etmiştir. Artık geri dönmesi imkânsız hale gelmiş, savaş alanına O, her gün biraz daha yaklaşmıştır. Kuvvetlerini toplamış ve liderlerle 122 H. yılı Safer ayının başında hücuma geçmeyi kararlaştırmıştır.
Zeyd´in ve ona biat edenlerin haberi Irak Valisine ve Hişam b. Abdilmelik´e ulaşmış, bunun üzerine Hişam, Valiye gönderdiği mektupta şöyle söylemiştir: «Sen uyuyorsun, Zeyd b. Ali´nin Kûfe´deki suçu çok artmıştır. Ona bîat ediliyormuş. Onu İsrarla yanına çağır ve kendisine «eman» ver; kabul etmezse öldür.»
İmam Zeyd´in Savaşa Girişi Ve Şehîd Oluşu
Durum iyice fenaîaşmıştı. Irak Valisi, İmam Zeyd´i yanma çağırmak cihetine gitmiş, İmam ise vaziyetini açıkça belirtmek mecburiyetinde kalmıştır. Bunun için kendisine bîat eden Iraklıları çağırmış, fakat onlar bu kesin karar verme ânını görünce birbiriyle münakaşa ve mücadeleye başlamışlar ve çeşitli fikirler ileri sürerek ortalığı karıştırmışlardır. Onlar biliyorlardı ki, Ehl-i Beyt, kendileri gibi düşünmüyordu. Bunlar arasında cereyan eden münakaşayı tarih kitaplarından olduğu gibi naklediyoruz:
Ebu Bekr ve Ömer hakkında ne.düşünüyorsunuz Diye Zeyd´e
sordular. O da:
__ Allah onlara mağfiret etsin. Ehl-i Beytimde hiçbir kimsenin onlardan teberri ettiğini işitmedim. Onlar «in hayırdan bir şey söyleyemem.
Dedi.
__ O halde Ehl-i Beyfin haktan niçin istiyorsun Dediler.
Biraz önce isimlerini andığınız kimseler hakkında söyliyeceğim en ağır söz, bizim hilâfete daha lâyık oluşumuzdur. Fakat millet, onları bize tercih etmiş ve bizi işbaşına getirmemiştir. Onlar da, üzerlerine aldıkları hilâfeti adaletle yürütmüşler, Kitab ve Sünnetle amel etmişlerdir. Dolayısiyle, küfre girecek bir şey yapmamışlardır.
Diye cevap verdi.
O halde niçin savaşıyorsun Dediler.
Çünkü bunlar, onlar gibi değildirler. Bunlar, yani Emeviler, hem halka hem de kendilerine zulmetmektedirler. Ben, sizi Allah´ın Kitabına ve O´nun Resulünün sünnetine, sünnetleri ihya etmeye, bid´-atları yoketmeye çağırıyorum. Beni dinlerseniz sizin için de benim için de iyi olur. Dinlemezseniz ben sizden sorumlu değİlim.
Dedi.
Bunun üzerine onlar, İmam Zeyd´i yapayalnız bırakıp dağılarak, bîatlannda durmadılar ve İmanım Cafer-i Sadık olduğunu ilân ettiler.[11]
Bu tartışmalar yapılırken Emevî ordusu hazırlıklarını tamamlamış, İmam Zeyd ve ona bağlı olanların üzerine hücuma geçmişti. Bunun üzerine îmam Zeyd, savaşa, karar verdiği zamandan bir ay önce girmek zorunda kalıyordu. Adamlarını parolası olan «Ya Mansur, Ya Mansur» sözü ile çağırmaya başladı. Kendisine ancak 400´e yakın insan cevap verdi. Halbuki yalnız Kûfe´de ona biat edenlerin sayısı 15 bin kişi idi. Bunlara katılanlar ise bu sayıdan kat kat fazla idi. Hepsi de sözlerinden dönmüşlerdi. îmam Zeyd, onlara şöyle haykırıyordu: «Çıkınız, zilletten izzete; çıkınız, din ve dünyaya; çünkü siz ne dinde, ne de dünyadasınız.» Fakat, Hz. Ali´nin torunu İmam Zeyd, yenilginin belirtilerini gördüğü halde, sarsılmıyor ve şöyle bağırıyordu: «Korkuyorum, siz Hz. Hüseyin´e yaptığınızı bana da yapacaksınız. Allah´a and olsun ki ölünceye kadar, tek başıma da olsam, savaşacağım.»
Peygamber (S.A.V.)´in torunu, Bedir savaşma katılan mücahidler kadar askeriyle karşısındaki koskoca ve her an takviye gören bir orduya karşı ilerliyordu. Sayıca az, fakat îman bakımından çok güçlü olan ordusuyla savaşa girdi. Emevî ordusunun bir kanadını yenilgiye uğrattı. Onlardan 70 kadarını öldürdü, Çokluğuna rağmen Emevî ordusu, bu bir avuç yiğit mücahidlerle kılıç kılıca çarpışmaktan âciz kalmış ve oklardan medet ummaya başlamıştı. İmanı Zeyd´in adamlarını ok yağmuruna tutmuşlar, bu arada İmam da alnından aldığı bir ok darbesiyle yere yuvarlanmıştı. Bu okun alnından çıkarılışı, onun ölümü ile sonuçlanmıştı. Böylece onlar, .Zeyd´i, dedesi Hü-seyn´e karşı uyguladıkları metodla yolundan alıkoymuş oluyorlardı. Çünkü Hz. Ali´nin evlâtları, savaş meydanında mertçe karşılarına çıkan herkesi yere sermekte güçlük [12]çekmiyordu.[13]
Savaştan Sonra
Hişam ve kumandanı, bu genç İmamın şehid oluşundan sonra ona, Yezid ve İbni Ziyad´m Hz. Hüseyn´e ölümünden sonra yaptığının aynısını yaptılar. Zeyd´in kabrini açtırıp temiz cesedini çıkarttılar. Onun cesedini, Kûfe´nin bir meydanında Hişam b. Abdilmelik b. Mervan´m emri ile astılar. Emevî taraftarı bir şair, bu durumu anlatan bir şiir yazmış ve şu çirkin sözleri burada sarf etmiştir:
Sizin Zeyd´i bir hurma kütüğüne astık.. Hiç gördünüz mü Hak yolunda olanın hurma kütüğüne asıldığını.
Onun temiz cesedi, bir müddet asılı kaldıktan sonra yine Hişam´m emri ile yakılmış ve külleri yele verilmiştir. Fakat, îmam Zeyd´in bu şekilde öldürülüşü, Abbasî davetini daha çok yaymış ve halkın bu davet etrafında toplanmasını sağlamıştır. Nasıl ki Hz. Hüseyin´in öldürülüşü, Şüfyanî-Emevî devletini devirmiş ve Süfyan oğulları yerine Mervan oğullarını getirmişse, Zeyd´in öldürülüşü de Emevî devletini kökünden yıkmıştır. Çünkü, o nur yüzlü genç İmamın şehit edilişinden tam on sene sonra Emevî devletinin yerinde yeller esmiştir. Allah´ın hikmetinden sorulmaz. Emevî hükümdarlarının kabirleri de açılıp cesetlerinin kalıntıları çıkarılmış, Zeyd´in cesedi gibi yakılarak külleri yele verilmiştir. Mes´udî, bu durumu şöyle anlatır:
«El-Heysemî b. Adiy et-Taî, Ömer b. Hâni´den şöyle rivayet etmiştir: Abdullah b. Ali ile Eb´ul-Abbas es-Seffah zamanında Emevî hükümdarlarının kabirlerini açmak için çıktık. Sıra Hişam´m kabrine gelmişti. Onun cesedini kabrinden tam olarak çıkarttık, sadece burnunun bir kısmı çürümüştü. Abdullah b. Ali, ona 80 sopa vurdu, sonra yaktırdı. Süleyman´ın kabri Dâbık´ta idi. Gidip onu da çıkardık. Fakat, bel kemikleri ile bazı kaburga kemikleri ve başından başka bir şeyi kalmamıştı. Bunları toplayıp yaktık. Aynı muameleyi öteki Emevî hükümdarlarına da yaptık.» Mes´udî, bu olayları uzun uzun anlattıktan sonra şöyle söylemektedir: «Biz, bu haberleri burada Hişam´m, Zeyd b. Ali´yi öldürttükten sonra, ona, cesedini yaktırmak suretiyle reva gördüğü akıbetin aynen kendisinin de başına gelişini bir ibret olsun diye yazdık.»[14]
Biz de burada belirtmeliyiz ki, bu naklettiğimiz sözlerle Abbasilerin, Emevîlerin kabir ve cesetlerine reva gördükleri davranışların iyi bir hareket olduğunu söylemek istemiyoruz. Buna İslâm dini asla müsaade etmez. Ancak, Allah´ın hikmetini, ibret alınsın dîye beyan etmek mecburiyetindeyiz. Çünkü Allah, zâlimleri birbirine musallat etmektedir. Emevî zâlimleri hakkı tanımamışlar, azgınlaşmışlar ve Peygamberin Ehl-i Beyt´ine olmadık şeyleri yapmışlardır. İktidarı ele geçiren öteki zâlimler de, onlara aynı şeyleri tatbik etmişlerdir. Böylece Allah´ın, «İşte biz, zâlimlerin bir kısmını kazandıkları şey sebebiyle diğer bir kısmına böyle musallat ederiz.»[15] âyeti bir kere daha gerçekleşmiştir.
idrâk sahiplerine bunlar birer ibret olmalıdır ![16]
İmam Zeyd´in Şahsiyet Ve Karakteri
İmam Zeyd´in gençliğini, mücâdelesini ve hayatının sona erişini anlattık. Burada, onun şahsiyet ve karakterini de genel hatlarıyla ortaya koymak istiyoruz. O, Ehl-i Beyt´e mensup olan diğer şahsiyetler gibi yüksek meziyet ve vasıflara sahip idi. Onun en üstün meziyetlerinden biri, hak ve hakikat uğrunda mücadele ederken sahip olduğu ihlâstır. Kişi, hak ve hakikati ararken ihlâs sahibi olursa, kalbinde hikmet nuru parlar ve onun yolunu aydınlatır. Hiçbir şey, aklı ihlâs kadar aydınlığa kavuşturmaz. Keza, hiçbir şey, fikir nurunu, nefsi arzu kadar söndürmez.
Zeyd, İlim uğrunda koşarken büyük bir ihlâs sahibi idi. Birçok İlimleri bu sayede öğrendi. Medine´de fıkıh İlimlerini, Ehl-i Beytin ilmini, Usûl´ud Dîn ilmini tahsil etti. İslâmî fırkaların beşiği olan Basra´ya gidip çağının bütün İlimlerini öğrendi. Bu İlimlerin hepsinde o, gerçekten İmamlık derecesine yükseldi. Ihlasın en büyük meyvesi takvadır. Takva nuru, Zeyd´in yüzünde, lisanında ve hareketlerinde parlamakta idi. Bir çağdaşı onun hakkında şöyle söylemişti : «Zeyd b. Ali´yi her gördüğüm zaman daima yüzünde nur parıltıları bulunurdu,» O, daima ya Kur´an okur, ya da ilmî müzakerelerde bulunurdu. Onunla görüşmek istiyen biri şöyle söylemiştir: «Medine´ye geldim ve Zeyd b. Ali´yi ziyaret için her soruşumda bana onun Kur´an okuduğunu söylediler.» O, kendisini şu sözüyle tanıtır: «Zeyd b. Ali sağ ve solunu tanıdıktan sonra Allah´ın haram kıldığı hiçbir şeye yaklaşmamıştır.»
Bu takva sahibi İmam, basiret gözüyle görüyordu ki Allah´dan korkan kimseyi halk sever ve sayar. O, şöyle söylerdi: «Kim Allah´a itaat ederse Allah da insanları ona itaat ettirir.» Onun ihlâsı, Mu-hammed ümmeti arasında birinci mertebede yer alır. Bunun içindir ki o, müslümanlan birleştirmek ve aralarındaki dargınlığı gidermek için uğraşmıştır. Bir kere, o, bir arkadaşına şöyle söylemiştir: «Bu Ülker yıldızını görüyor musun, bir kimse ona ulaşabilir mi » Arkadaşı, hayır, dedi. O da şu cevabı verdi: «Allah´a yemin ederim ki ellerimle bu ülkere asılıp oradan yere düşerek parça parça olsam, ben yine de Allah´ın Muhammed ümmetini birleştirmesini isterim.»[17]
Zeyd, tefrikanın açtığı gediği kapatmak için mücadele etmiş, müslümanları birleştirmek için Kitab ve Sünnet´ten başktı yol olmadığını görmüştür. Çalışmalarını bu yolda ilerletmiş ve temiz ruhunu da bu uğurda feda etmiştir. İhlâsmın diğer bir meyvesi de, müsamaha ve affedici oluşu idi. Onun bu duygusu, bütün hakkını amcasının oğlu Abdullah b. Hasan´a terketmesine sebep oldu. Müsamaha duygusu onun ahlâkını gülleri açılmış bir bahçeye çevirdi. İhlâsı ona daima hakkı söyletiyordu. Allah ona yiğitlik ve medenî cesaret bakımından büyük bir nasip vermişti. Savaştaki ve başkasına yardım hususundaki cesareti de aynı nisbette idi. Medeni cesareti sayesinde o, hiçbirşeyden korkmadan hakikati söylüyor, en güç durumlarda bile susmuyordu. Savaşa gireceği sırada etrafmdakilerin bir kısmı, »nun Ebu Bekr ve Ömer´e dil uzatmasını istediler. Fakat O, buna asla razı olmadı. Çünkü hakikat uğruna mücadele eden insan, bâtıl bir şeyi kendisine vasıta yapamaz. Medenî cesareti, onu, Şiîliğin «Takıyye = Gizlilik» prensibini tanımamaya şevketti. O, bütün görüşlerini apaçık ilân ediyor ve eziyetten korkarak onları gizlemiyordu. Bu tutumu, onun kendi görüşleri yüzünden işkence ve hakarete, maruz kalmasına, bazı insanların kendisini terk etmesine ve baz.ı yakınlarının muhalefetine sebep olmakta idi.
Onun savaş cesareti, kendisini 15 bin kişiden fazla büyük bir ordu ile savaşmaya şevketti. Halbuki yanında Bedir gazilerinden fazla bir askeri yoktu. Buna rağmen ilk hamlede o, zaferi elde etmek üzere idi. Fakat, uğradığı ok yağmuru durumu aleyhine çevirdi.
Yiğitlik ve zulme karşı durma, birbirinden ayrılmaz iki vasıftır İmanı Zeyd´in zulme karşı durma duygusu, onda zâlimlere karşı çok şiddetli bir hassasiyet doğurdu. O, yalnız Ehl-i Beyt´e reva görülen zulümlere karşı durmamış, başkalarına yapılan zulümler için de aynı tepkiyi göstermiştir. Zaman zaman kendilerine gösterilen iyilik ve saygı, onun zulme karşı direnme azmini hafifletmemiştir. O, herhangi bir kimseye yapılan bir zulmü kendisine yapılmış gibi hissederdi, içinden zulme karşı duyduğu isyan, nihayet onu bu zulmü fiilen kaldırmaya şevketti. Bir yakınından şöyle rivayet edilmiştir: «Hacca gitmek istedim ve Medine´ye uğradım. Zeyd b. Ali´yi ziyaret etmek için yanma varıp selâm verdim. O, şairin şu (anlamdaki) mısralarını terennüm ediyordu: «Kimler oklarla perdelenmiş bir ululuk isterse, Fayda verdiği müddetçe yaşar onlar.
Ne zaman ateşli bir kalp, keskin bir kılıç ve
Şerefli bir başı birleştirsen uzaklaşır zulüm senden.
Benimle savaş edenlerle savaş edersem ben,
Ey Âli Hemdân, bu durumda zâlim mi olurum ben
Bu rivayet, onun »ruhunda zulme karşı duyduğu isyanı göstermektedir. O, ancak kendisine hamle ruhu veren şiirleri okurdu. Zamanı gelince ileri atıldı, canını esirgemedi, Tanrı´sını hoşnut etti ve zâlimlerin azgınlığını ortaya çıkardı.
Yiğitlik ve atılganlıkla beraber Zeyd, sabırlı ve son derecede metanetli idi. Sabır mücahidlerin silâhı ve yiğitliğin kardeşidir. Sabırsız yiğitlik, öfkeden ileri geçemez. Aslında yiğitlik başka, öfke başkadır.
Hakîkatta sabır nefse hâkim olmak, nefsî arzuları yenmek, lüzumsuz şeylere atılmamak ve güçlüklere göğüs germektir. Bu meziyetlerin hepsi İmam Zeyd´de en has mânasiyle tecelli etmiştir. O, öfkelenmezdi. Meseleleri sükûnetle çözmeye çalışırdı. Neticede ileri atılmak gerektiği anlaşılırsa gözünü daldan budaktan esirgemeden atılırdı. Sabrı kendine şiar edinmişti. Hattâ, «Sabret, mükâfatını görürsün.» ve «Sakın ki başkası da senden sakınsın» sözleri onun dilinden düşmezdi.
Yukarıda anlattığımız bir muhakeme dolayısiyle onun nefsine nasıl hâkim olduğunu, hattâ bu uğurda hakkından dahi nasıl feragat ettiğini, kendisine küfreden kimselere karşılık olarak söylediği en ağır sözün, «Biz, sizin gibilere cevap veremeyiz», demekten ibaret olduğunu gördük.
Onun bu ahlâkî faziletlerinin üstünde eşsiz bir fikir ve zekâ sahibi olduğu muhakkaktır. Ona Sind´li annesinden keskin bir zekâ, derin bir tefekkür, Hind´lilere mahsus bir düşünme gücü miras kalmıştır. Mensup olduğu Ehl-i Beyt´ten de yine keskin bir zekâ, düşünen ve ilham alabilen bir akıl, fikirden hareket alanına atılan bir ruh ve derin bir tefekkür miras kalmıştır. Keskin zekâsı onu ilme sevketmiş, kuvvetli hafızası okuduğu ve işittiği her şeyi muhafaza etmiştir. O, Ehl-i Beytin Hz. Ali´den rivayet ettiği hadisleri öğrenmiş ve bütün tslânıi İlimleri tam bir ihata ile tahsil etmiştir, ihtiyaç duyduğu zaman bu İlim hazînesi daima kendisine yardımcı olmuş,´konuşmalarında sorulan suallere derhal ve isabetli cevaplar vermek onda bir meleke haline gelmiştir..
Onun fikrî dehâsı, bilhassa meselelerin sebeplçrini araştırırken ve olaylar arasındaki bağlan incelerken meydana çıkar. İlimle uğraşan aklın en büyük meziyeti işte budur.
Diğer Hâşimî âlimleri gibi o da tesirli konuşma ve belagat bakımından büyük bir güce sahipti. O, lisanın ve güzel ifadenin merkezinde, Hz. Peygamber (S.A.V)´in Ehl-i Beyti içerisinde, Hz. Ali´nin evlâtları arasında doğup büyümüştür. Büyük dedesi Hz. Muhammed (S.A.V.), keskin bir ifade ve eşsiz bir hitabet gücüne sahipti. Keza, büyük babası Hz. Ali Peygamber (S.A.VJ ´den sonra gelen en büyük hatipti. Hz. Ali´nin hutbelerini, Ehl-i Beyt âlimleri birbirinden miras olarak alırlar ve ezber ederlerdi. Bunların bir kısmını Şerif Radî, «Nehe´ul-Belâga» admı verdiği kitapta toplamıştır.
Bu açıklamalara göre fesahat ve güzel ifade, Ehl-i Beyt, özellikle bunlardan Medine´de oturanlar tarafından tabiî olarak muhafaza ediliyor, Emevî devrindeki dil bozuklukları bunlara sirayet etmiyordu. Dolayısiyle İmam Zeyd, en güzel konuşan insanlardan biri olup güzel konuşmayı susmaya tercih ederdi. Kendisine bir gün susmak mı, yoksa güzel bir şekilde konuşmak mı daha iyidir diye sordular. O şöyle cevap verdi: «Allah miskinliği kahretsin. Zira, miskinlik güzel konuşmayı bozdu. Tutukluk ve kekemel.ik getirdi.» Bundan anlaşılıyor ki Zeyd aklını İlimle, dilini de güzel konuşmalarla geliştiriyor ve ifade yeteneğini öldürecek kadar susmaktan kaçınıyordu.
Husrî´nin «Zehru´1-Âdâb» adlı eserinde şöyle bir fıkra vardır: «Cafer b. Hasan b. Ali ile Zeyd arasında vasiyet konusuyla ilgili bir tartışma cereyan etmiştir. Halk, bunların tartışmakta olduğunu öğrenince konuşmalarını dinlemek için yanlarına koşmuştur. Bazıları Cafer´in sözlerini, bazıları da Zeyd´in sözlerini ezberlemişler; tartışmacılar ayrıldıktan sonra halk da dağılmıştır. Onların sözlerini ezberliyenler bir araya gelmişler; biri Cafer bu konuda şunları söyledi, diğeri de Zeyd şunları söyledi diye naklederek her ikisinin sözlerini de yazmışlardır. Onların sözlerini halk dikkatle öğreniyor, sölyedikleri şiir ve atasözlerini ezberliyordu. Bu ikisi, çağının çok enteresan insanları idi.»[18]
Bu fıkradan anlaşılıyor ki îmam Zeyd, büyük bir fesahat ve belagat sahibi olup fikri tartışmalarda daima ifade bakımından üstün bir yer işgal ediyordu.
Hişam b. Abdilmelik, en çok Zeyd´in kuvvetli ifadesiyle tesirli hitabetinden korkuyordu. Zeyd´in Irak´a geldiğini öğrenince oranın valisine şöyle yazmıştır: «Küfe halkının, Zeyd´in meclisine gelmesine engel ol. Çünkü onun kılıçtan daha keskin, oktan daha sivri, büyü ve sihirden daha tesirli bir dili vardır.»[19]
Fikrî, siyasî ve içtimaî sahalarda liderlik yapmak istiyen kimselerin, olayları tam olarak kavnyacak kuvvetli bir anlayış ve firaset sahibi olması gerekir. Mukadderat, bazan onların ölçülerine aykırı bir şekilde tecellî edebilir. Fakat, bu, gerçek liderlerin idrak bakımından kuvvetli ve uyanık oluşlarına bir halel getirmez. Tarihin bize naklettiği haberlere göre İmam Zeyd, gerçekten kuvvetli bir fi-raset sahibi idi. Bu sayede, o, aklî yönden de hissî yönden de İmam olmaya lâyıktı. O, derin bir tefekküre sahip olduğu gibi, çok kuvvetli bir duyguya da sahipti. Savaş alanında bile firasetini kaybetmemiş, Kûfe´lilerin Hz. Hüseyn´e karşı yaptıkları hareketi kendisine karşı da yapacaklarını sezmiş. Hişam´m ordusuyla çarpıştığı gün bu sezginin yanlış olmadığını görmüştü. O, kendisini öldürenlerin de yapayalnız bırakanların da alçak kimseler olduklarını biliyordu.
Burada akla şöyle bir soru gelebilir: Kuvvetli firaset sahibi kimse, bazı Ehl-i Beyt tarafından ikaz edildiği ve tarihî olayları bildiği halde, Irak´lılara güvenerek, nasıl olur da harekete geçer Buna şöyle cevap verebiliriz: îmam Zeyd, firasetiyle bu durumu sezmiş; onların kendisine hıyanet etmemeleri için tedbir almış ve onlarla mescid´de bîatlaşmıştır. Bununla beraber, o biliyordu ki onların bîatları dahi iş ciddiye binince kendisini terketmelerine engel olmayacaktı. Fakat; yine biliyordu ki zilletle yaşamak, savaş alanında şerefle ölmekten daha kötüdür. Bütün bunlara rağmen savaş, İmam Zeyd´in lehine neticeleniyordu. Çünkü Şamlılar, çok olmalarına rağmen, zaferden emin değillerdi. Nitekim ilk karşılaşma bu kanaati desteklemşitir. Fakat, beklenmiyen okçu taarruzu ile Allah´ın takdiri yerini buldu.
İmam Zeyd´in şahsiyeti heybetli idi. Allah, ona İlimde, akılda, yerine göre davranışta ve haya duygusunda verdiği üstünlük nisbetinde bedenî üstünlük de vermişti. Onun heybetini gösteren en büyük delil, Hişam b. Abdilmelik´in çnunla görüşmekten kaçınışıdır. Hişam, basit insanların ağzı ile onun annesini,küçümsemek istediği zaman, ondan taş gibi bir cevap almış ve işi zâlim sultanların metodu ile halletmeye yeltenmiştir. Fakat bu davranışı onu, kuvvetli ve heybetli bir şahsiyetin karşısında duracak bir güç sahibi yapmamıştır. Zira, İmam Zeyd´in heybeti bir ordunun yapacağı işi görüyordu. O, meydana atıldığı zaman büyük dedesi Hz. Ali´yi andırıyordu. Şam ordusu, Hz. Ali´nin önünde nasıl kaçtıysa, onun önünde de aynı şekilde kaçıyordu. Ancak ona, uzaktan okla mukavemet edebiliyordu.
Özetlemek gerekirse bu genç İmam; her bakımdan üstün, âlicenap ve en güzel huylarla vasıflandırmaya lâyıktır.[20]
İmam Zeyd´in Görüşleri
İmam Zeyd, Hz. Hüseyn´in şehid edilişinden sonra Ehl-i Beyt´in, halkı kendi görüşüne davet eden ve kendisi için özel bir davet metodu olan ilk İmamıdır. Babası, halk ile temas kurmuş, zayıflara daima iyilik etmiş olup aynı zamanda bir din bilginidir. Büyük kardeşi İmam Muhammed Bakır, evine çekilip ilmi tetkiklerle uğraşmıştır. Zeyd ise, Medine´den çıkıp İslâm ülkelerinde kendi İlim ve görüşlerini yaymıştır. Onun siyaset hakkında, Usûlu´d-Din hakkında kendine özgü görüşleri vardır. Ayrıca, fıkhı görüşleri ve Ehl-i Beyt´in rivayetlerini içine alan bir fıkhı rivayetler mecmuası vardır.[21]
1- Siyasete Dair Görüşleri
Hz. Ali şehid edildikten sonra ona bağlı olanlar üzerinde fikri bir baskı meydana gelmiş ve bu, Hz. Hüseyn´in şehid edilmesinden sonra da iyice artmıştır. Bu davranış, bazı yeraltı faaliyetlerinin neticesinde bir takım fikirler doğurmuş, fakat bu türlü fikirler tartışma ve inceleme sahasına çıkamamıştır. Bunların çoğu hilâfet etrafındaydı. Meselâ; hilâfetin seçimle değil, veraset yoluyla olması, Hz. Ali´nin sıfat itibariyle değil, şahsen Peygamber (S.A.V.)´in vasisi oluşu, Hz. Ebu Bekr ve Ömer´in, onun hakkı olan hilâfeti gasp etmiş olmaları, dolayısiyle bunların küfür ve laneti hak etmiş bulunmaları, Hz. Ali ve Fatıma vasıtasıyla onun zürriyetinden gelen İmamların günahtan masum oluşları, âhir zamanda hakkı yerine getirecek, bâtılı ezecek beklenilen bir mehdinin bulunduğu, bu dünyada iyiliği gerçekleştirecek İmamlarla şer liderlerinin tekrar döneceği (ric´at) gibi görüşler bunlar arasındadır.
İmam Zeyd, Medine´deki Ehl-i Beyt´in köşesinden çıkmış, bu fikirleri düzeltmeye çalışmış ve onları Ehl-i Beyt´in temiz insanlarının inandığı hakîkata döndürmek için faaliyete girişmiştir. Hz. Ebu Bekr ve Ömer hakkındaki görüşleri düzeltmiş, hilâfetin ancak veraset yoluyla Hz. Ali soyuna mahsus olmasını ileri süren görüşü kabul etmemiştir. Ancak o, halifenin Hz. Ali soyundan olmasının daha iyi olacağını, Hz. Ali´nin şahsen halife olmak için vasî tâyin edilmediğini, sıfatları itibariyle halifeliğe lâyık olduğunu ileri sürmüştür. Çünkü Hz. Ali, sahabîlerin en üstünlerinden biridir. Onun böyle oluşu, başkalarının halife olmasına engel teşkil etmez. Müslümanların menfaati gerektirirse, âdil ve hakka bağlı olmak şartıyla, bir başkası da halife olabilir. Bu itibarla Hz. Ebu Bekr ve Ömer´in halife oluşları, Zeyd´e göre yerindedir. Çünkü bunlar, hak ve adaletten ayrılmamışlardır.. Maslahat da, onların halife olmalarını gerektirmiştir. Gerçi Hz. Ali, Zeyd´e göre halifeliğe daha lâyık idi. Bu hususta sözü «el-Milel ve´n-Nihal» adlı eserinde Şehristanîye bırakalım :
«Hz. Ali, sahabilerin en üstünlerinden biridir. Ancak hilâfet, görülen maslahat´a ve riayet edilmesi gereken dinî bir kaideye uyularak, çıkmak üzere olan fitneyi yatıştırmak ve halkı gönül huzuruna kavuşturmak için Hz. Ebu Bekr ve Ömer´e bırakılmıştır. Çünkü, Hz. Peygamber devrinde cereyan etmiş olan savaşlar henüz unutulmamıştı. Emiru´l-Müminihin kılıcındaki Kureyş müşriklerinin kanı daha kurumamıştı. Halkın kalbinde öç alma ihtirası olduğu gibi duruyordu. Kalbler tamamiyle İslama yönelmemiş ve başlar tam olarak halifeye eğilmemişti. Maslahat, halifelik vazifesinin; yumuşaklık, sevgi, yaşça ilerlemiş olmak, İslama ilk önce girmiş bulunmak ve Peygamber (S.A.V.)´e yakınlık gibi sıfatlarla meşhur olan bir kimseye tevdi edilmesini gerektiriyordu.
«Görülüyor ki, Hz. Ebu Bekr ölüm döşeğinde iken Hz. Ömer´i işin başına geçirmek istediği zaman, halk yüksek bir sesle kendisine:«Başımıza, son derecede sert bir kimseyi mi tâyin ettin » diye itirazda bulunmuştu. Böylece halk, dinî şiddet ve salabeti ve düşmanlara karşı çok sert oluşu sebebiyle Hz. Ömer´in halife olmasına razı olmuyordu. Hz. Ebu Bekr ise, onları: Size en hayırlımızı tavsiye ediyorum» diyerek yatıştırmıştı.»
Bu söz gösteriyor ki, halifelik verasetle olmadığı gibi, sadece üstünlükle de değildir. Ancak, müslümanların maslahatı ve halifenin adaletli oluşu gözönünde tutulacaktır ki buna, «en üstün olmayanın halifeliğe getirilmesi» denir. Çünkü, yetenek ve adalet sahibi ise, umumî menfaat da onun seçilmesini gerektiriyorsa, halifelik makamı böyle birine verilir. Burada hakikî maslahat gözetilmiştir. Halifeliğin Hz. Ali ve onun evlâtlarına inhisar etmesini istiyen ve onlardan başkasının halife olamıyacağmı söyleyenler, burada farazi bir maslahatı ileri sürmektedirler, İmam Zeyd ise, adalet ve takva ile birlikte gerçek maslahatı gözönüne almakta ve farazi bir maslahata önem vermemektedir.
İmam Zeyd´den Ehl-i Beyt İmamlarının hatâdan masum olduklarına dair hiç bir rivayet yoktur. Esasen Zeyd´in bunun aksine kail olduğu bilinmektedir. Çünkü hatâdan masum olmayı (İsmet) fikrini kabul etmek, o İmamların bir vahiy ile Peygamber tarafından tâyin edilmiş olmalarını, ayrıca onların vereceği hükümlerin vahiy veya ilham mahsulü olmasını gerektirir. İmam Zeyd´e göre Peygamber, Hz. Ali´yi şahsı itibariyle vasi tâyin etmemiş, ancak onu sıfatlan itibariyle tavsiye etmiştir. Çünkü Peygamber (S.A.V.), kendisi bile içtihadında hatâdan masum değildir. Nitekim Bedir esirlerine yapılacak muamele meselesinde Allah, onun yanılmış olduğunu bildirmiştir.
Şüphesiz İmam Zeyd´in görüşü, İmamların hatâdan masum olmadıkları yönündedir. Fakat, îmam Zeyd´den sonra Zeydiye mez-hezine bağlı olanlar, şu dört kimsenin hatâdan masum olduğunu kabul etmişlerdir:
1 Hz. Ali, 2 Hz. Fatıma, 3 Hz. Hasan, 4 Hz. Hüseyin. Çünkü Hz. Peygamber, şu âyeti kerimeler nazil olduğu zaman hı-ristiyanlarla karşılıklı beddua (mübâhele) meselesinde bunları anmıştır: «Muhakkak ki İsa´nın hali de Allah indînde Âdem´in hali gibidir. Allah, onu topraktan yarattı, sonra «ol» dedi. O da oluverdi. Hak Rabbindendir. Öyle ise şüphecilerden olma; artık sana İlim geldikten sonra, kim seninle onun hakkında çekişirse de ki: gelin, oğullarımızı ve oğullarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı, kendimizi ve kendinizi çağıralım. Sonra birlikte dua ederek, Allah´ın lanetinin yalancıların üstüne olmasını istiyelim.»[22]
Hz. Peygamber, bu duasında onları andığına göre bunlar masumdurlar. Ehl-i Beytin diğerlerine nisbetle bunların üstünlükleri meydandadır. Çünkü bunları Peygamber (S.A.V.), kendisinin yerine koymuştu. Hz. Ebu Bekr ve Ömer (R.A.)´in İmametini tanımıyan ve Zeydiyye mezhebine mensup olan bazı şiîlere göre bir beklenilen mehdi vardır. Onlar, bu görüşlerine, Ehl-i Beyt´in hususi bir meziyeti olduğunu, hilâfetin veraset yoluyla olacağını ve gizli bir İmamın bulunacağını da ilâve ederler. Bu fikirlerini Hz. Ali´den rivayet edilen «Mutlaka Allah´ın açık veya gizli hüccetle kaim bir İmamı vardır» sözü ile desteklemeye çalışmaktadırlar. Gizli İmam, Allah´ın dilediği sürece yaşar ve nihayet O´nun izniyle ortaya çıkıp hakkı ilân eder ki, işte ona «muntazar (beklenilen) mehdi» denilir.
İmam Zeyd, gizli İmam görüşüne cevaz vermezdi. Ona göre İmamın kendisi için bir davetçisi bulunacak ve İmam gizli olmayacaktır. Dolayısiyle muntazar mehdî tasavvuru yersizdir. İmam Zeyd´e göre geri dönme (ric´at) da yoktur. Ancak ölüleri, Allah kıyamet günü tekrar diriltecek, hesaba çekecek, onların ceza veya mükâfaatlarını verecektir.
İşte İmam Zeyd´in görüşleri bunlardan ibarettir. Fakat Cârûdiye mezhebine mensup olanlar, İmam Muhammed b. Hasan ki buna, «En-Nefsüz-Zekeriyye» adı verilir ve Ebu Ca´fer el-Mansur tarafından öldürülmüştür; Zeydiyye Mezhebine göre İmam Zeyd´ln halifelerinden biridir mehdî olarak geri dönecek, zulüm ve haksızlıkla dolu olan yer yüzünü İslah edip adaletle dolduracaktır, demişlerdir.
Cârûdiyyo mezhebi mensupları, İmam Zeyd´e sadece´ mehdîlik ve ric´at görüşünde muhalefet etmemişler, aynı zamanda Hz. Ebu Bekr ve Ömer (R.A.)´in halifeliğini desteklemesine de muhalefet ederek, onların İmametini tamirüamamışlardır. Bunlara rağmen kendilerini Zeyd´iyye mezhebine bağlı göstermişler ve. bu mezhebin bir kolunu teşkil ettiklerini ileri sürmüşlerdir.
Yukarıdaki ifadelerden anlaşıldığına göre îmanı Zeyd, bir İmamın kendisi için İmametinin doğruluğunu tasdik eden bir davetçisi olmasını şart koşmuştur. Bu görüş, şu iki düşünceden doğmaktadır:
1 İmamın, isterse Hz. Ali´nin Fatıma´dan gelen evlâtlarından olması daha efdal olsun söz sahibi müslümanlar tarafından seçilmesi şarttır. Yalnız onlar, bu hususta maslahatı gözetmelidirler. Bu seçim işi, ancak halifeliği istiyen kimsenin kendisinin halife olduğnu ilân etmesiyle tamamlanır.
2 Hilâfet, yukarıda da belirttiğimiz gibi, sırf verasetle olmaz. Az önce söylediğimiz gibi, halifenin, efdal olma bakımından Hz. Ali´nin Fatıma´dan gelen evlâtlarından olması şartıyla birlikte, bir davetçisi bulunmalıdır. Ona göre hilâfet, veraset veya vasiyet yoluyla olsaydı, istemese dahi kırallık gibi veraset veya vasiyet yoluyla İmam´ın kendisine intikal edecekti. İmam Zeyd, İslâm Hilâfetinin veraset yoluyla olacağı görüşünü reddetmiş, Fatıma zürriyetinden gelen İmamlığa lâyık kimsenin kendisini ortaya atmasını şart koşmuştur. Ta ki halk, onun halife olmasındaki maslahatın derecesini bilsin ve onunla kendisini halifeliğe namzet kılacak olan diğer bir kimse arasında, hangisinin bu işe daha elverişli olduğunu tâyin etmek için bir karşılaştırma yapabilsin.
İmam Zeyd´e göre hilâfetin, Hz. Fatıma evlâtlarından halifeliği açıkça istiyenlere verilmesi daha üstündür. Bunların Hz. Hasan veya Hz. Hüseyin neslinden olmasında bir fark yoktur, işte Zeyd´iyye mezhebi bu noktada İmamiyye mezhebinden ayrılmaktadır. Zira, İmaraiyye mezhebine bağlı olanlar, İmametin Hz. Hüseyin´in neslinden birine ait olduğunu şart koşmaktadırlar.[23]
2- Usûlu´d-Dln (Akaîd)´e Dalr Görüşleri
İmam Zeyd, çağdaşı olan Vâsıl b. Atâ´ gibi şahıslarla görüşmüş-. tür. O devirde Mu´tezilenin reisi olan Vâsıb b. Atâ´ ile Basra´da karşılaşmıştır. Şehristanî, Zeyd´in Vâsıl´dan ders aldığını iddia etmekte ise de, biz, kendisinin yaşıtı olan Vâsıl ile itikadı meseleler, cebr ve ihtiyar konulan, o devirde bir çok tartışmalara sebep olan büyük günâh (kebire) işliyen kimselerin durumu hakkında müzakerelerde bulunduğu kanısındayız. Dolayısiyle, İmam Zeyd´in itikadı görüşlerinin bir kısmı Mu´tezile görüşlerine yaklaşır. Hattâ bazı görüşleri, tamamen onların görüşleriyle birleşir.
O çağda bir çok tartışmalara yol açan ilk mesele, büyük günâh işliyen kimsenin kâfir mi, fâsık mı, münafık mı, yoksa îmanı bütün bir mü´min mi olduğu meselesidir. Bu meseleyi, Hz. Ali ile Muaviye arasında cereyan eden hakem tâyini sebebiyle Haricîler ortaya atmış, hakemi kabul edenlerin kâfir olduğunu, çünkü hükmün ancak Allah´a ait bulunduğunu, büyük günâh işliyenlerin küfre gittiğini bağırarak ilân etmişlerdir.
îşte bilginler, bu görüşü tetkik etmişlerdir. Hasan el-Basri, büyük günah işliyenin münafık olduğunu, zira içi dışına uymadığını söylemiştir. Bilginlerin büyük çoğunluğu onun fâsık olduğunu ve işinin Allah´a kaldığım ileri sürmüştür. Mürcîe mezhebindekiler, îman olduktan sonra günâhın hiç bir zarar vermiyeceğini, nitekim küfürle ibadetin de hiç bir fayda sağlamıyacağını ortaya artmışlardır, Mu´tezile ise, büyük günâh işliyenin «menziletu´n beyne´1-menzileteyn» (iki menzil arasında bir yer) de, tevbe etmediği takdirde de ebedî olarak cehennemde kalacağını söylemiştir, işte İmam Zeyd, büyük günâh işliyenin iki menzil arasında bir yerde kalacağı görüşüne katılmış, fakat onun ebedi olarak cehennemde kâlmıyacağmı, belki günâhı kadar Allah´ın ona azab vereceğini kabul etmiştir.
Görüyoruz ki bu konuda İmam Zeyd´in mezhebi orta yolu teşkil etmektedir. O, Haricîlerin ifratına, Mürcienin tefritine düşmemiş ve Hasan el-Basri´nin görüşüne yaklaşmıştır. Zeyd´in esas mezhebi, İmanın sabit bir gerçek oluşudur, İman bulunduğu takdirde zarurî olarak amel de bulunacaktır. Amelin bulunmayışı İmanın yokluğunu gösterir. Fakat, amelsiz bir kimse müslüman olabilir. Ebedî azab, ancak açıkça kâfir olanlar içindir.
İmanın ameli gerektirmesi görüşü, bazı şarklı filozofların şu görüşleriyle birleşmektedir: Bu filozoflara göre, hakikati araştırmaktaki ihlas, kişiyi doğru bilgiye ulaştırır. Doğru bilgi de gerçek İmanı meydana getirir. Gerçek İman ise zarurî olarak iyi ameli ve güzel ahlâkı gerektirir. Bunların hepsi doğru bir çizgi üzerindeki noktalardır; ihlas ile başlar, iyi amel ile sona erer.
İmam Zeyd devrinde kader, cebr ve İhtiyar (irade) meseleleri üzerinde tartışmalar oluyordu. Bu konularda birbiriyle çarpışan fırkalar doğmuştu. Cehmiyye fırkasına göre insanın hiç bir irade ve hürriyeti yoktur. Aksine insan, fiillerinde rüzgâr karşısındaki tüy gibidir. Fiillerin insana nisbeti hakiki olmayıp onunla birlikte bulunması itibariyledir. Meselâ, falan öldü, ekin´bitti, su aktı, ağaç sallandı, meyve olgunlaştı vs. diyoruz. Bu gibi şeylerin kendilerine nisbet edilen fiillerde hiç bir seçme iradesi yoktur. Buna göre kadere kayıtsız şartsız teslim olmak gerekmektedir.
Bunların yanı başında kaderi büsbütün inkâr eden Kaderiyeciler bulunmaktadır. Onlara göre insan her istediğini yapacak bir hürriyete sahiptir. Allah´ın mülkünde istemediği şeyler olabilir. Allah ezelde hiç bir şeyi takdir etmemiştir. Aksine O, şeyleri, meydana geleceği zaman takdir eder.
İmam Zeyd, bu görüşleri incelemiş, birincisinin teklifin iskatına sebep olduğunu, çünkü teklifin ancak irade ve ihtiyar üe olacağını, ikincisinin de Allah´ın ezeli İlim ve takdirini kaldırarak, «Allah her[24]şeyi hakkıyle bilir, Herşey O´nun yânında bir ölçü iledir. O, görüneni de görünmeyeni de bilen, büyük ve yüce olandır»[25] âyetleri gibi Kur´an´m kesin nass´lanna muhalefet etmekte olduğunu görmüştür.
O, bunları inceledikten sonra hem teklifi ortadan kaldırmıyan, hem de Allah´ın yüce sıfatlarını mânasızlaştırmıyan bir görüşe varmış ve kaza ile kader´e İmanın vacip olduğunu kabul etmiştir. İnsanın taat ve isyanda hür ve irade sahibi olduğunu, isyanın Allah´ın iradesine aykırı olarak yapılmadığım, ancak Allah´ın onu sevmediğini ve rızâ göstermediği halde murad ettiğini ileri sürerek, irade ile sevme ve rızâ göstermeyi birbirinden ayırmıştır. Ona göre, ma´siyet (günâh)´i insanlar, Allah´ın irade ve kudretinin sınırlan içinde işlemektedir. Fakat Allah, kullarının bu fiillerini sevmemekte ve onlara razı olmamaktadır. Çünkü «Allah kulları için küfre razı olmaz»[26]
İnsan, fiillerini, Allah´ın iradesi ile ona verdiği bir kuvvet sayesinde yapmaktadır. Kul, taat olsun isyan olsun, yaptığı şeyi kendi isteği ile yapmaktadır; fakat Allah, onun isyanına razı değildir.
İşte bu görüş, Ehl´i Beyt İmamlarına ait bir görüş olup Mu´tezile görüşünden esaslı bir şekilde ayrılır. Mu´tezile mensupları, Allah´ın iradesiyle emrini birbirinden ayırmazlar. Ona göre AHah bir şeyi emrettiği halde, kul onun aksini yaparsa bu iş Allah´ın iradesine aykırı yapılmış olur; dolayısiyle âsi insanların fiilleri Allah´ın iradesi olmaksızın yapılmaktadır.
Zeyd ve diğer Ehl-i Beyt İmamlarına göre ise Allah´ın iradesi emrinden ayrıdır. Kullar, Allah´ın emrine O´nun iradesiyle âsî olmaktadırlar. Fakat, sevme ve nzâ gösterme emirden ayrılmaz. Dolayısiyle âsîler, emre aykırı hareket ettiği zaman, sadece Allah´ın sevmediği ve razı olmadığı bir şeyi yapmış olurlar. Emir, rızâ ve sevmenin delilidir, iradenin delili değildir.
îmam Zeyd´in çağında «Bedâ» konusunda da münakaşalar yapılmıştır. Şöyle ki: Muhtar es-Sakafî, kâhinlerin yaptığı gibi, kafiyeli sözler dizer, gelecek olayları bildiğini iddia eder, olaylar onun söylediği tarzda meydana gelmediği zaman Rabbmız´a bedâ oldu derdi. Burada O´nun bedâ´dan maksadı, Allah´ın ilminin değişmesidir. Bu görüş, Allah´ın ezelî ilmini inkâr edenlerin görüşüne yakındır. Zira onlar, Allah´ın ilmini kabul etseler de, onun değişebileceğini söylemişlerdir ki bu, Allah´ın ilmini inkâra yaklaşmaktadır.
İmam Zeyd, bütün bunlara muhalefet etmiş, Allah´ın ilminin ezeli olduğunu beyan ederek herşeyin O´nun takdiriyle meydana geldiğini, Allah´ın ilminin değişmesinin O´nun için bir eksiklik olacağını açıklamıştır. Allahu Teâlâ, kulların yapacağı ve onların başına gelecek herşeyi Levh-i mahfuz´unda yazmıştır. Onun ezelî ilmi ile ezelî ve ebedî iradesi, kulun irade ve hürriyet sahibi olmasına aykırı1 düşmez.
Ona göre duâ takdiri değiştirmez. Fakat onu.açığa çıkarır. Çünkü AHah, ezelî ilminde duâ ve ona icabeti takdir buyurmuştur. «Allah dilediğini mahveder, dilediğini durdurur»[27] âyeti, O´nun hür irade ve ihtiyarının her şeyi ezeceğini, hiç bir şeyin bunların üzerinde olamıyacağûıi; dolayısiyle Allah´ın ifadesinin üstünde hiç bir iradenin bulunmadığım ve O´nun ilminin her şeyi kuşattığını gösterir.
İşte bu görüş İmamiyye mezhebine bağlı olan birçoklarının görüşüne uygundur. İslâm bilginlerinin büyük çoğunluğu da bu kanaattadar.
Allah, her şeyi kuşatıcıdır.[28]
İmam Zeyd´in Fıkhı
İmam Zeyd hem fakih, hem muhaddis, hem de Kur´an´ın kıraat ilmine vâkıftı. Yani, 9nun hem bilginler, hem de kıraat ehli arasında bir yeri vardır. Hattâ tarihçilerin, onunla. Hişam´m askerleri arasında meydana gelen savaşı, «muhaddislerin,fakîhlerin ve kıraat bilginlerinin savaşı» diye vasıflandırdıklarını görmekteyiz.
Onun fıkıh ve hadîsini talebeleri nakletmişlerdir. Fakih ve mu-haddisler içerisinde en çok talebesi olan odur. Medine´de fıkıh ve hadis öğrenmek isteyenler ona başvururlardı. Nitekim kendisinden önce babası ve kardeşi de aynı durumda idiler. Zeyd Irak, Basra, Küfe ve Vâsıt gibi şehirlerde dolaşmış, buralarda bulunan talebe, bilgin ve kırat ehli ile müzakerelerde bulunmuştur.[29]
El-Mecmu´ Adli Eserî
Talebelerinden biri, ondan rivayet ettiği şeyleri iki kitap halinde toplamıştır:
1 Mecmu´ul-Hadîs
2 Mecmu´ul-Fıkıh
Bu iki kolleksiyona ortaklaşa «el-Mecmu´ul-Kebîr» adı verilmiştir. Bunları kitap halinde toplayan talebesi, Ebu Hâlid Amr. b. Hâlid el-Vâsıti´dir. Hâşimilerden birinin azatlısı olan bu zat, Hicri II. asrın II. yarısında ölmüştür. Ebu Hâlid, bütün seyahatlarında îmam Zeyd´in yanından ayrılmadığı gibi Medine´de kaldığı müddetçe de onun yanından uzun zaman ayrılmamıştır. Böylece o, Zeyd´in diğer talebelerine nisbetle kendisinin yanında en çok bulunan bir talebesi olmuştur.
Zeydiyye mezhebine mensup olan bir çok bilginler, el-Mecmu´ul-Kebîr´i îmam Zeyd´in bir eseri olarak kabul etmişlerdir. Fakat, onların bazıları ve özellikle Zeydiyye mezhebinden olmayanların çoğu bu kitabı tenkit etmişlerdir. Onların tenkidleri şu noktalara dayanmaktadır :
1 __ Ebu Hâlid, bazı büyük hadis bilginleri tarafından uydurmacılıkla itham edilmiştir. Meselâ, Nesâi, onun hakkında; «Güvenilmez, onun hadisi kabul edilmez» demiş. Ehl-i Beyt´i övmekte aşırı gitmekle itham etmiş ve rivayet ettiği bazı şeylerin zayıf olarak tesbit edildiğini ileri sürmüştür.
2 el-Mecmû´u, Ebu Halid yalnız başına rivayet etmiştir. Eğer el-Mecmu´, îmam Zeyd´e ait olsaydı bu herkesçe bilinirdi ve îmam Mâlik´in Müvatta´ı gibi onun da bir çok râvileri olurdu.
3 Zehebi, el-Mecmu´da Hz. Ali´den rivayet edilen bazı hadislerin ona nisbet bakımından sahih olmadığının tesbit edildiğini, bu suretle Ebu Hâlid´i tenkit edenlerin haklı olduğunu söylemiş ve onun bütün rivayetlerinden şüphe edilebileceğini iddia etmiştir. el-Mecmu´a yönetilen en şiddetli tenkidler, kısaca, bunlardır.
el-Mecmu´a itimat gösterenler bu tenkidleri reddetmişlerdir; Ebu Hâlid´in, Zeydîlerin büyük çoğunluğu tarafından güvenilen bir şahıs olduğunu, bazı hadis bilginlerinin ondan rivayetler yaptığını, ona yöneltilen tenkidlerin umumî bir ifade taşıdığını, böyle umumî bir ifade taşıyan ve belirli bir sebebe dayanmayan tenkidlerin bütün bilginlerce hiç bir değeri olmayağını söylemişlerdir. Zira bir kimseyi, birisi fâsıklıkla itham etse ve bunu bir sebebe dayandıramasa ithamı kendisine döner; gerçekte itham ettiği kimse değil, kendisi fâsık olur. Bir tenkit için ileri sürülen sebeplerin bulunmadığı vesikalarla isbat edilirse, o tenkit hükümsüz kalır. Meselâ, birisi bir kimseyi namazı terketmekle itham etse, bir başkası da onun namazı terketmediğini söylese, ikincisinin sözüne itibar edilir. Bu esasa göre, Ebu Hâlid´e yöneltilen tenkidler muteber değildir.
Ebu Halid´i, Ehl-i Beyt´i övmede aşın gitmekle itham etmek de yersizdir. Çünkü, bu itham mezheb taassubuna dayanmaktadır. Mez-heb taassubuyla bir râvi tenkit edilemez. Bundan başka Zeydiler, onun Ehl-i Beyti övmede aşın gitmesini tenkid değil, tezkiye olarak kabul ederler. Ebu, Hâlid, kendisinin bu noktadan itham edildiğini duysa, «bunu, töhmet değil, iddia etmediğim bir şeref sayarım» derdi.
Şafiî, Kaderiyye mezhebine göre »kader» konusunda söz söyleyen bazılarından rivayetler yapmıştır. «Bunu bid´at saydığın halde bir kaderiyyeciden nasıl rivayette bulunuyorsun » diye kendisine sorulduğunda Şafiî şu cevabı vermiştir´: «Kaderiyyeci olan İbrahim´i, sözünü tesbit etmek suretiyle, bundan sonra yalan söylemekten alıkoymak benim için daha iyidir.»
Ebu Hâlid´in, el-Mecmu´u yalnız başına rivayet etmesini ele alarak ileri sürülen tenkit de reddedilmiştir. Çünkü, onu yalnız başına toplayıp kitap haline getirmesi, bu kitapta olanları başkalarının bilmemesini gerektirmediği gibi, İmam Zeyd´in talebeleri de onun ölümünden sonra memleketin her tarafına dağılmışlardı. Dolayısıyla onlardan birinin bu işi yalnız başına yapması tuhaf bir şey değildir. İmam Zeyd´in talebeleri, bilhassa oğulları bu eseri görüp okudukları zaman kabul etmişlerdir. Böylece bu eserin bir kişi tarafından meydana getirilmesi iddiası kendiliğinden değerini kaybetmiştir. Esasen öteki mezheblerin fıkhını tedvin edenler de bu işi tek başlarına yapmışlardır. Meselâ, İmanı Muhammed b. el-Hasan eş-Şeybânî, Irak fıkhını «Zâhir-i Rivaye» adı yerilen altı kitabında yalnız başına toplamıştır. Bu altı kitap şunlardır:
1 el-Asl
2 eş-Şerh´us-Sagîr
3 eş-Şerh´ul-Kebir
4 Es-Siyer´us-Sagîr
5 es-Siyer´ul-Kebîr
6 ez-Ziyâdât.
Halbuki İmam Muhammed, Ebû Hanîfe´nin yanında dört seneden fazla kalmamıştır. Öte yandan Ebu Hanife´nin yanında daha fazla kalan ve yaşça İmam Muhammed´den daha olgun olan birçok talebeleri de vardı.
el-Müdevvene´yi de İmam Malik´ten Abdusselam Sahnun (160-240 H.) rivayet etmiştir. Sahnun, bunu, İmam Mâlik´i hiç görmediği halde onun talebesi Abdurrahman b. el-Kâsım´dan rivayet etmiştir. Şafiî´nin eski kitaplarını Bağdat´ta yalnız başına Za´ferânî rivayet etmiştir. Şafii´nin yeni kitaplarını da Fustat (Mısır) da Rabî´ b, Süleyman el-Murâdî tek başına rivayet etmiştir.
Üstelik bilginler, el-Mecmu´u her devirde kabul etmişlerdir ki bu, bütün şüpheleri kaldırmaya kâfidir. Çünkü bilginlerin, kesin bir delil bulunmadan bir şeyi kabul ettiklerini ileri sürmek, eskilerin İlimlerini yeni nesillere ulaştıran ilmi silsileyi yıkmak demektir.
eî-Mecmu´u, Hz. Ali´den rivayet edilen ve ona nisbet bakımından sahih olmayan hadisleri ihtiva ediyor, diyerek tenkid etmek de sağlam bir temele dayanmamaktadır. Çünkü, sahih olmadığı ileri sürülen bu hadislerin, Hz. Ali´den veya başkalarından rivayet edildiği, hadis kitaplarında da sabittir. İddianın yerinde olmasını sağlamak için şöyle söylemelidir: el-Mecmu´da rivayet edilen hadislerin tamamının değil, pek azının sahih olmadığı sabit olmuştur. Bu da ondaki hadislerin tümünün tenkid edilmesini gerektirmez. Nasıl ki isnad bakımından hadis kitaplarının en sağlamı olan Sahîhu´l-Buhârî´de bile sıhhati tesbit edilemiyen bazı hadisler vardır; Fakat bu, Sahihu´l-Buhârî´nin tümünü sıhhat bakımından tenkid etmeyi gerektirmemektedir.[30]
El-Mecmu´ Nasıl Yazıldı
Kanaatımıza göre el-Mecmu´, şu üç şekilden birine göre tedvin edilmiştir:
1 Onu, İmam Zeyd kendi kalemiyle yazmış, Ebu Halid dö nakletmiştir.
2 İmam Zeyd, onu Ebu Halid´e yazdırmıştır. İmam Şafii´nin el-Umin adlı kitabının bazı bölümlerini talebelerine yazdırması gibi.
3 Ebu Hâlid, İmam Zeyd´den rivayet ettiği hadis ve fıkıh mecmualarını sonradan bir tertibe sokarak kitap haline getirmiştir.
Biz, birinci şekli makul bulmuyoruz. Çünkü, o çağda böyle tedvin usûlü mevcut olmadığı gibi, Ebu Hâlid de böyle bir iddiada bulunmamış olup el-Mecmu´un durumu da bu şekilde yazıldığını göstermemektedir. İkinci şekli de kabul edemeyiz. Çünkü, el-Mecmu´un metinleri buna muhalif görünüyor. Ayrıca bu metinler, Ebu Hâlid´in onları imlâ (yazdırma) yoluyla değil, rivayet yoluyla tedvin ettiğini göstermektedir. Bunun içindir ki biz, üçüncü şeklin akla uygun olduğunu kabul ediyoruz. Nitekim el-Mecmu´un ifadeleri de bunu desteklemektedir. Meselâ, el-Mecmu´da rivayet edilen hadislerin başında «Zeyd b. Ali bana anlattı...», fıkıh meselelerinde de, «Zeyd b. Ali´ye sordum» denilmektedir.
Zeydiyye İmamlarının ifadeleri, Ebu Hâlid´in, el-Mecmu´u toplayarak tedvin ettiğini göstermektedir. îmam Ebu Tâlib en-Nâtık Bilhak, «el-Mecmu´u, Ebu Hâlid´in topladığı ve Zeyd b. Ali´den rivayet ettiği herkesçe bilinmektedir» derken bu konuda gerçeği söylemiştir. Onun bu ifadesi, el-Mecmu´un İmam Zeyd tarafından ne imlâ edildiğini, ne de tedvin edildiğini göstermektedir. Ancak, Ebu Hâlid tarafından toplanarak kitap haline konulduğunu açıkça anlatmaktadır.
Mısır´da basılmış olan el-Mecmu´ bir hadis ve fıkıh mecmuasından ibaret olup tertibi fıkıh kitaplarının tertibine uymakta, «taharet» bahisleriyle başlayıp «ibâdet» ve «büyü» (yani:alım-satım) bahisleri gibi fıkıh kitaplarının bölümlerini içine almaktadır. Hadisler, her bölümde, îmam Zeyd´den rivayet edilen fıkıh bahisleriyle mezcedilmiştir.
Burada okuyucunun hatırına şöyle bir soru gelebilir: el-Mecmu´daki bu tertibi Ebu Hâlid mi, yoksa ondan sonrakiler mi yapmıştır veya Ebu Hâlid´den sonra gelenler bu kitabın metnini değiştir-meksizin sadece yeniden mi tertip etmişlerdir Nitekim İmam Muhammed b. el-Hasen eş-Şeybânî´nin kitaplarını bazı râvîleri yeni bir tertibe sokmuşlardır. Bu soruya şöyle cevap verebiliriz: Ebu Hâlid´in talebesi Nasr b. Muzâhim, el-Mecmu´u bölümlere ayrılmış olarak almıştır. Bilginlere göre onu bölümlere ayıran Ebu Hâlid´dir. Elimizde bu görüşü bozacak kesin bir delil olmadığına göre aynen kabul etmek mecburiyetindeyiz.
Fakat tarihçilerin anlattığına bakılırsa, önceleri biri hadis, diğeri fıkıh olmak üzere el-Mecmu´ müstakil iki kitap halinde idi. Bugün basılmış olan el-Mecmu´da bu iki kitap birbirine mezcedilmiştir. Bu, kitabın Ebu Hâlid devrinde bölümlere ayrılmadığını göstermez- mi Böyle bir şüpheyi gidermek için Ebu Hâlid´in önce ayrı ayrı tedvin ettiği bu iki kitabı, sonradan kendisinin birbirine mezcettiğini, veya onu, mevcut tertibe göre ayn ayrı tedvin ettiği halde, sonrakilerin birleştirdiğini söylemek mümkündür. Biz, birinci şıkkı daha doğru buluyoruz; çünkü hadisler fıkıhla mezcedümiş olup her bölümde önce hadis, sonra fıkıh zikredilmiş değil; aksine aynı konuda hadis ve fıkıh, karışık olarak, yer almıştır.[31]
İmam Zeyd´in Fıkıh Ve Hadîsinin Genel Görünüşü
El-Mecmu´ kitabındaki rivayetlere bakılacak olursa, bunların hepsinin EhH Beyt yoluyla yapıldığı anlaşılır. Bu kitapta «Zeyd b. Ali babasından, o da dedesi Hz. Ali vasıtasıyla Peygamber (S.A.)´den rivayet etti» veya «Peygamber (S.A.) şöyle buyurdu» denilmektedir. Bu ifade, el-Mecmu´daki bütün hadislerin Ehl-i Beyt yoluyla geldiğini anlatmakla beraber, Zeyd´in sadece Ehl-i Beyt´ten hadis rivayet ettiği mânâsına gelmez. Çünkü, onun ve kendisinden önce babasının Tabiîlerden hadis ve İlim öğrendikleri, Tabiilere karışarak onlarla ilmi alış-verişte bulundukları bir gerçektir. Şüphesiz Zeyd, Ehli Beyt´ten başka yollarla yapılan rivayetleri de biliyordu. Burada şöyle bir soru hatıra gelebilir: Niçin Zeyd, sadece Ehl-i Beyt´in rivayetlerini nakletmiştir Bunun cevabı şu olabilir: O, kaybolup unutulmasından korktuğu için, Ehl-i Beyt´in hadislerini neşretmede daha çok titizlik göstermiştir.
el-Mecmu´da îmam Zeyd yoluyla rivayet edilen hadislerle, Sünnet´te sabit olan hadisler arasında ince bir karşılaştırma yapılırsa, sahih hadis kitaplarında rivayet edilen şaz hadisleri el-Mecmu´da görmek mümkün olmaz. el-Mecnlu´ ul-Kebîr üzerine *Ravd´un-Naldîr»[32] adlı şerhin yazarı böyle bir karşılaştırma yapmış, el-Mecmu´da geçen her hadis için bütün müslümanlarca bilinen hadis kitaplarından en az bir kaç tane delil bulmuştur.
Bu sebeple Zeydîler, bütün hadis kitaplarındaki sahih hadisleri kabul edip delil olarak alırlar. Kendileriyle Ehl-i Sünnet âlimleri arasında bir fark gözetmezler. Dolayısıyla onlar, nasıl kendi mezheble-rinden adaletli olanların rivayetlerini kabul ediyorlarsa, aynı şekilde adaletli oldukları sabit olan muhaliflerinin rivayetlerini de kabul ederler. Buna mukabil îmamiyye mezhebine bağlı olanlar, kendi râvüeri ile başka mezheblerin râvilerini ayrı tutup muhaliflerinin, adaletli dahi olsalar, rivayetlerini kabul etmezler. Hal böyle iken bazan onların, kendi mezheblerinden olan fasık kimselerin rivayetlerini dahi kabul ettikleri görülmüştür.
Zeydiyye fıkhı diğer dört mezhebin fıkhına çok yakındır. Biz, el-Mecmu´dan bazı örnekler alıp dört mezhebin görüşleriyle bir karşılaştırma yaptıktan sonra, Zeydiyye mezhebi ile dört mezheb arasındaki yakınlık ve benzerliği, sadece meseleleri halletmekte değil, meselelerin dayandığı esaslarda da tesbit ettik. Bunun sebebi, şüphesiz hepsinin görüşlerinin ortak kaynağı Allah´ın Kitabı ve Peygamberi (S.A.) nin Sünneti oluşudur. Ayrıca bu durum, İmam Zeyd´in ve onun yolundan gidenlerin, Tabiiler asrı ile onları takip eden asırdaki ekseri İslâm âlimlerinin yolundan uzaklaşmamış olduklarını göstermektedir.
Kısaca, İmam Zeyd´den nakledilen haberler, umumi olarak diğer fakihlerin görüşlerine uygundur. Bu haberler, bazı İmamların görüşlerine aykırı düşse bile, bütün İmamların görüşlerine aykırı düşmemektedir.
İmam Zeyd´in hüküm çıkarma metodu da Ebu Hanife, Abdurrahman b. Ebi Leylâ Osman el-Bettî, İbni Şubrume, Zührî gibi Medine vç Irak´ta bulunan çağdaşı fıkıh ve hadis İmamlarının metoduna yakındır. Zeyd, Kitap ve Sünnete dayanırdı. Bunlarda bir nass bulamadığı zaman re´yi ile ictihad yapardı. Hz. Ali´nin kendi re´yine dayanmayan sözlerini Sünnete dahil ederdi. Fakat, bazan Hz. Ali´den rivayet edilen şeylere muhalefet ettiği de olurdu. Meselâ, yetimlerin mallarından zekât verilmesi hakkında Hz. Ali´den riva; et edilen görüşü kabul etmemiş, yetimlerin mallarından zekât almmıya-cağmı ileri sürmüştür. Aslında o, Hz. Ali´nin, yetimlerin mallarından zekât alınacağına dair verdiği fetvanın ona nisbetini kabul etmemiştir.
Bununla beraber Zeyd´in fıkhı hükümler çıkarırken kendisine göre ayrı bir metod takip ettiği bilinmemektedir. Esasen, onun metodunu açıkça ortaya koymaması, o devir için normaldir. Çünkü o çağda fıkıh, ortaya çıkan meseleler için fetva vermekten ibaretti. Hiç bir İmam, hüküm çıkarmadaki metodunu açıkça ifade etmemişti. Ebu Hanife, Mâlik, Ebu Yusuf, Muhammed b. el-Hasen, el-Evzâî ve diğerleri de hüküm çıkarırken bağlı oldukları metodlari açıklamamışlardır. Bunların metodlari, daha sonra kendilerinden rivayet edilen meselelerden istinbat edilmiştir.
İmam Zeyd´den sonra gelen ve onun mezhebine bağlı olan müctehidler de, ondan rivayet edilen meselelere dayanarak bazı esaslar tesbit etmişler ve bunlara «Zeydiyye Fıkhının Usûlü» adını vermişlerdir.
Zeydiyye İmamları, ekseri fakihlerin kabul ettiği metodlari benimsemişlerdir. Onlar da önce Kitab, sonra Sünnetle hüküm vermişler. Kitab ve Sünneti derecelere ayırmışlardır. Meselâ, Peygamber (S.A.)´in fiil ve takrirlerini derece bakımından sona bırakmışlardır. Çünkü, açık ifadelerin şer´î hükümleri göstermesi, diğerlerinden daha kuvetli ve daha kesindir.
Onlar, Kitab ve Sünnet´te nass bulamadıkları takdirde Kıyasa baş vurmaktadırlar. İstihsan ve Masâlih-i Mürseleyi de Kıyasa dahil etmişlerdir[33]. Bunlardan sonra akıl gelir. Aklın iyi gördüğü şeyleri yapmak ve kötü gördüğü şeylerden de sakınmak, dinin istediği hususlardır. Önceki delillerden biri bulunmadığı zaman bu yola başvurulur.[34]
İmam Zeyd´e Göre Aklın Görevi
Burada, Zeydiyye mezhebindeki aklın rolüne işaret edeceğiz. Bu mezheb akaid ve ´şer´i hükümlerde akla en büyük yetkiyi tanıyan Mu´tezile mezhebine yaklaşmaktadır. Mu´tezilîler, iyi ve kötü şeyleri bilmede aklın tam bir yetkiye sahip olduğunu, onun iyi gördüğü şeylerin yapılması gerektiğini, terkedildiği takdirde cezayı icap ettiğini, kötülüğüne hükmettiği şeylerden kaçınılmasını, bunlar yapıldığı takdirde cezayı mucip olduğunu ileri sürmüşlerdir. Onlara göre her iki haldeki ceza da âhirete aittir. Akıl, nass bulunmayan yerde kayıtsız şartsız hüküm vermeye selâhiyetlidir. Böylece onlar, kıyası, istihsanı ve hakkında nass bulunmayan meselelerle ilgili olan diğer istinbat vâsıtalarını hiçe saymakta ve sadece akla dayanmaktadırlar.
Zeydîler de bu mezhebe sarılmışlar ve şeylerin iyi veya kötülüğüne hükmetmede akim yetkili olduğunu; dolayısıyla emir, nehiy, sevap ve cezanın buna bağlı bulunduğunu kabul etmişlerdir. Fakat, nass´lardan sonra doğrudan doğruya akla başvurmamışlar; onu ic-ma1, kıyas, istihsan ve masâlih-i mürselden sonraya bırakmışlardır. «el-Kâşif fi´I-Usûl» yazarı, bu konuda şöyle demektedir» :
«Kitab, Sünnet, İcma´, Kıyas ve benzeri şer´î bir delil bulunmadığı zaman delİlimiz akıl olur. Dolayısıyla, başka delil bulunmazsa akılla amel etmek gerekir. Yani,bir;şeyin iyi veya kötü olduğunu akıl tâyin eder. Yalnız, akılla amel etmenin şartı, şer´i delilin bulunmamasıdır»[35].
Zeydiyye mezhebine göre, yukarıda işaret ettiğimiz gibi, masâlih-i mürsele de kıyasın bir çeşidi olup şer´î delillere dahildir. Bu itibarla, mücerret aklî delil için bir saha bırakılmamış oluyor. Çünkü bütün meseleler; nasşları, icma´ konusu olan hususları, bütün çeşitleriyle, kıyası, maslahatı celbetme ve mazarratı defetme gibi şeriatın genel amaçlarını içine alan bir şer´î delilin hükmüne bağlanmış oluyor.[36]
İmam Zeyd´den Sonra Zeydiye Fıkıhının Durumu
Çeşitli sebepler birleşerek Zeydiyye mezhebini oldukça geliştirmiş ve genişletmiştir. Bu sebepleri şu üç noktada özetliyebiliriz:
1 Bu mezhebin İmamlarının ekserisi Ehl-i Beyte mensup kimselerdir. Bu İmamlar, birçok ictihadlarda bulunmuşlar, çoğu zaman meseleleri halletmek hususnda İmam Zeyd´e uymuşlar, bir kısım meselelerde de ondan ayrılmışlardır. Bunların görüşleri mezhebe ilâve edilmiş ve onu genişletmiye sebep olmuştur.
2 Mezheb, birbirine uzak çeşitli ülkelerde yayılmıştır.Her bölgenin kendisine göre ve diğerinden ayrı bir çevresi vardır. Dolayısıyla her memleketin, hakkında nass bulunmayan konularda örf, âdet ve gelenekleri mezhebin gelişmesinde rol oynamıştır.
3 Zeydiyye mezhebinde ictihad kapısı daima açıktır. Hattâ büyük dört mezheb gibi başka mezheblerin ictihadlarmdan beğendiklerini almak da Zeydîlere göre bir ictihad olarak kabul edilmiştir. Bu görüş sayesinde Zeydiyye mezhebi çeşitli fıkıh görüşlerinin birleşip kaynaştığı, çok renkli ve değişik tatlarda meyveler yetiştiren bir bahçeyi andırmaktadır. Bunlara ayrı ayrı dokunmak istiyoruz.
İmam Zeyd şehid edildikten sonra oğulları onun zengin fıkıh mirasına sahip olmuşlardır. Bu temiz soya mensup olanlardan Ahmed b. İsâ b. Zeyd, Irak´ta oturmuş, Ebu Hanife´nin talebeleriyle düşüp kalkarak, Iraklılardan farazi (takdirî) fıkıh bu, vuku bulmayan meselelerin hükmünü açıklamak olup Ebu Hanife´nin metodu idi öğrenmiştir. Ahmed b. îsâ, fıkıh kitapları yazmaya girişmiştir. Zaten yaşadığı çağ, birçok meselenin Kitab, Sünnet ve Kıyas gibi delillere dayanılarak açıklandığı bir devirdir. O, üzerinde durduğu fıkhı konulan, el-Emâlî» adını verdiği kitabında toplamıştır.
Zeydiyye mezhebinde ictihad, Hz. Hüseyin´in soyundan gelenlere inhisar etmemiş, Hz. Hasan´m soyundan gelen İmamlar da bu işe karışmışlardır. Çünkü Zeyd, hilâfeti Hz. Hüseyn nesline mahsus olarak tanımamış; onu, Hz. Ali´nin Fatıma´dan doğan bütün evlâtlarına lâyık görmüştür. Hattâ o, bu vazifenin hakkını verecek olan her müslümanm halife seçileceğini kabul etmiştir.
Hz. Hasan´ın soyundan gelen el-Kâsım b. İbrahim er-Ressî el-Hasenî, Kâsimiyye» denilen büyük bir fırkanın İmamıdır. Onun kıymetli görüşleri, Hanefî mezhebine vukufu ve bu mezhebden aldığı birçok meseleler vardır. el-Kâsmı, Hicrî 170 yılında doğmuş, Medine yakınındaki «er-Ress» denilen yerde 242 H. yılında ölmüştür. el´Kâsım´uı mezhebi ve çıkardığı hükümler, Zeydîlerin furü1 kitaplarında toplanmış olup bu mezhebin Yemen´de yayılmasında büyük bir rol´ oynamıştır.
el-Kâsını´dan sonra 245 H. yılında Medine´de doğan torunu el-Hâdî îlelhak Yahya b. el-Hüseyn b. el-Kâsım, Yemen´de İmam olarak ortaya çıkmıştır. Bu sırada Yemen´deki aklı eren insanlar, Yemenlileri bir araya toplayacak, bu ülkede yayılmış olan bid´atlarla, bilhassa, Karmatîlerle savaşacak bir İmamın bulunmasını zaruri görerek, el-Hâdî´ye İmam olarak bağlanmışlardır.
el-Hâdî, hem cihad hem de ictihad yapan bir insandır. Onun cihadı şu iki hususta olmuştur;
1 Yemen ve çevresindeki ülkeleri birleştirmek. O, bu dâvasını kısmen gerçekleştirmiştir.
2 Çağında bid´at ve anarşinin doğmasına sebep olan Karmatîlerle mücadele etmek. Bu uğurda kendisi ve daha sonra evlâtları çok başarılı imtihanlar vermişlerdir. O, Karmatîlerle savaşırken aldığı bir yara neticesinde seve seve ölümü tadarak,298 H. yılında Hakkın rahmetine kavuşmuştur. Kendisinden sonra evlâtları, babalarının başladığı işi sonuna kadar götürmüşler ve kesin zafere ulaşmışlardır.
İçtihadına gelince; bu, üç noktada özetlenebilir:
1 Tatbikatı ihmal edilmiş olan hadd cezalarını uygulamak.
2 Vatandaşlar arasında adaleti tam olarak sağlamak, Öyle id, «Verirken sizi kendimden ileriye geçiriyorum, düşmanlarımızla karşılaşınca da kendimi sizden ileriye atıyorum» demek onun şiarı idi.
3 Umumi olarak fıkıhla uğraşmak. Bu konuda el-Hâdî´nin değerli görüşleri vardır. O, Zeydiyye mezhebinin esaslarını tesbit etmiş ve Hanefî mezhebinden bir çok iktibaslarda bulunmuştur.
el-Hâdî´nin fıkhî görüşlerini toplayan İmam en-Nâtık Bilhak (öl.424 H.) da, bir mesele hakkında el-Hâdî´den rivayet edilen bir fetva veya bir hüküm´ bulunmadığı zaman, Ebu Hanîfe mezhebine uyar ve bu türlü meseleleri onun mezhebine göre hallederdi.
El-Hâdî´nin görüşlerine bağlı olan ve onları tedvin eden eil-Nâ-tık Bilhakkın, Hanefi mezhebinin hâkim olduğu Taberistan´da bulunduğunu gözönüne alırsak, meseleleri bu memleket için en uygun olan şekilde halletmiye çalışmış olduğunu söyleyebiliriz.
el-Hâdî´ye bağlı olan fırkaya «Hâdeviyye» adı verilir.
el-Hâdi, İmam Zeyd´in mezhebinin bir kolu olan kendi mezhebini Yemen ve ona komşu bulunan yerlerde, Hicaz ve dolaylarında kökleştirirken, Deylem ve Gîlan ülkelerinde de Hz. Hüseyin soyundan gelen Ebu Muhammed el-Hasen b. Ali aduıda ve «en-Nâsıru´1-Kebîr lâkabiyle anılan, bir hastalık sonunda sağır olduğu için «el-Utrûş (sağır)» diye bilinen başka bir İmam bulunmaktadır. Bu zat, halkı müşrik olan adı geçen memleketlere hicret etmiş ve buraların halkını İslâm´a çağırmıştır. Davetini kabul ederek islâm´a girenlere Zeydiyye mezhebinin esaslarını anlatmış ve oralarda bu mezhebin fıkhını yaymıştır. Bu fıkıhta müctehid olan en-Nâsıru´1-Kebîr, bir biri ardınca süregelen baskı ve bir çok Ehl-i Beyt mensuplarının şehid edilmesinden sonra sönmek üzere olan Zeydiyye mezhebini buralarda yeniden canlandırmıştır. En-Nâsır, 230 Hicrî yılında doğmuş.ve 304 H. yılında ölmüştür. Görülüyor ki o, el-Hâdî´den daha önce ortaya çıkmış ve ondaiı çok sonra 74 yaşında ölmüştür. El-Hâdî ise öldüğü zaman 53 yaşında idi.
Bunların her ikisi büyük himmet, yapıcı bir siyaset ve kudret sahibi olan birer fakîh ve bilgin kimselerdi. Onların çağında yaşı-yan ve kendileriyle görüşen yaşlı bir zat şöyle demiştir: «El-Hâdi´yi gördüm: o, büyük, iki yanı geniş ve uzun bir vadi gibi idi. En-Nâsır´ı gördüm: o da, derin ve kükremiş bir deniz gibi idi.»
Anlaşılıyor ki, en-Nâsır, İlim bakımından çok ihatalı, el-Hâdî de fıkıh bakımından daha bilgili idi. Bu sebeple Ali b. el-Abbas; «el-Hâlidî Ehl-i Beyt´in fakihi, en-Nâsır da âlimi idi» demiştir.
Bu tarihî açıklamalardan anlaşıldığına göre Zeydiyye mezhebi hem Doğuya doğru, hem de Batıya doğru, yani Hicaz, Irak, Yemen ve bunların çevrelerinde yayılmıştır. Bu itibarla o, yayıldığı memleketlerin renk, örf ve geleneklerine göre şekillenmiş; fakat yine de, birbirinden uzak kollara ayrılarak inkişaf etmesine rağmen, İmamları arasındaki temas kesilmemiştir. En-Nâsır ile eİ-Hâdî arasında, bunlardan sonra da bu mezhebe bağlı olan bilginler arasında ilişki devam etmiş, fikrî temas ve yazışmalar sürüp gitmiştir.
Daha sonra gelen ve Zeydiyye fıkhını toplayanlar, bütün İmamlarının görüşlerini birbirine iyice meczetmişlerdir.
Önce de söylediğimiz gibi Zeydiyye mezhebinde ictihad kapısı her zaman açıktır. Fakat ictihad, fer´i meselelerde yapılmakta, usûlde içtihada lüzum görülmemektedir. Dolayısıyla, bu ictihad mutlak değil, ancak mezhebe göre bir ictihad´dır. Öyle anlar da olmuştur ki, ictihad sadece mezheb içerisinde yapılmıştır[37]. Sonrakiler, İmamların görüşlerine aykırı hareket etmemişler; fakat mezhebe göre ictihad yapan müctehidlerin görüşleri dışına çıkarak, duruma göre başka mezheblerin ictihadlarmdan faydalanmışlardır.
Onlar, hem Ehl-i Beyt İmamlarının, hem de Ehl-i Sünnetin rivayet ettiği hadislerden faydalanmak için daima açık bir kapı bırakmışlardır. Nitekim onlar, bütün mezheblerden istifade etmişlerdir. Dolayısıyla Zeydiyye mezhebi, sadece îmam Zeyd´in ictihadlarına dayanmayan birleştirici (elektik) bir mezhebdir.
Bu mezhebin muamelât´da Hanefi mezhebiyle birleştiği hususlar çoktur. Bunun sebebi, Ebu Hânife ile İmam Zeyd´in bir arada bulunmaları, birlikte ilmî müzakereler yapmaları ve Ebu Hanife´nin, Zeyd´in ilminden faydalanmış olmasıdır. Her iki mezhep, Mâverâ-unnehr´de birbiriyle karışmış ve karşılıklı bir hayli alış verişte bulunmuştur. Daha önce de söylediğimiz gibi, Zeydiyye fakihlerînin bir kısmı, kendi mezheblerinde bir sarahat bulamadıkları zaman Hanefi mezhebinden [38]yararlanmışlardır.[39]
--------------------------------------------------------------------------------
[1] İslam da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/127.
[2] AI-i İmran Sûresi, 134.
[3] Tarihî ve edebî eserlerde Ferezdak´a nisbet edilen bu kasideyi, İsfahanıde, el-Agânî´de rivayet etmiştir.
[4] Haşr Sûresi, 10.
[5] İslam da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/129-131.
[6] el-Milel ve´n-Nihal, c. I. s. 119.
[7] İslam da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/131-133.
[8] el-Kâmil, c. V. s. 5.
[9] İslam da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/134-136.
[10] el-Kamil, c. V. b. 68.
[11] İbni Kesir, c. IX, s. 330.
[12] İmam Zeyd´in oğlu Yahya, babasıyla birlikte savaşa katılmış ve pederinin şehid olması üzerine Horasan´a kaçmıştır. Çeviren
[13] İslam da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/137-139.
[14] Murûc u´z-Zeheb, c. III, s. 183.
[15] En´am Sûresi, 129.
[16] İslam da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/139-140.
[17] Etral-Ferec etfsfabânî, Makâtilu´t-Tâlibin, Kahire, 1949, S. 129.
[18] Zehrul-Adâb, c I, s. 72.
[19] Adı geçen eser.
[20] İslam da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/141-145.
[21] İslam da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/146.
[22] Al-i İmran, 59-61.
[23] İslam da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/146-149.
[24] Bakara, 231.
[25] Ra´d, 8, 9.
[26] Zümer, 7.
[27] Ra´d Sûresi, 39.
[28] İslam da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/150-152.
[29] İslam da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/153.
[30] İslam da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/153-155.
[31] İslam da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/155-157.
[32] Bu eser, Şerafuddin Hüseyn el-Haymi (Öl 1806 M.) tarafından yazılmıştır. Çeviren.
[33] Kıyas; hakkında nass bulunmayan bir meseleye, aralarındaki müşte-l rek illete dayanarak, hakkında nass bulunan benzeri bir meselenin hükmünü vermektir. Meselâ, şeker kamışının suyundan yapılan ve sarhoşluk veren içkinin haram oluşu böyledir. Böyle bir içkinin haram oluşu hakkında, şarabın haram oluşu hakkında mevcut olduğu gibi bir nass yoktur. Fakat, her ikisinin haram oluşundaki illet aynı olup da bu sarhoşluk vermesidir.
istihsan; biri açık fakat tesiri zayıf, öteki gizli fakat tesiri kuvvetli olan iki kıyasın birbiriyle çatışması halinde ikinci kıyasın alınması demektr. Buna gizli (hafi) kıyas da denir.
Masâlih-i Mürsele, şeriatın amaçlarına uygun olan ve hakkında müsbet veya menfî bir hüküm ifade eden özel bir nass bulunmayan maslahatlardır.
[34] İslam da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/157-159.
[35] el-Kâşif fil-Usûl, yazma, Dâru´l-Kütüb el-Mısriyye, varak: 39.
[36] İslam da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/159-160.
[37] Mezhebe göre ictihad yapanlar müntesib müctehidlerdir. Bunlar, usulde mezhep İmamına bağlı kalırlar, fakat furû´da ona muhalefet ederler. Mezheb içerisinde ictihad yapanlar ise, mezhebde müctehitlerdir. Bunlar, hem usulde hem de furû´da mezheb İmamına muhalefet etmezler, ancak mezheb İmamının görüşlerine dayanarak bir kısım fer´i meseleleri açıklarlar.
[38] Zeydiyye mezhebi mensuplarının büyük çoğunluğu bu gün Yemendedir. 1911 M. yılında Yemen´de Osmanlı İdaresine karşı ayaklanan bir İmam, resmen ve siyasî bir varlık olarak kendisini kabul ettirmiştir. Bu ülkede 1970 yılında Cumhuriyet ilan edilmeden Önceki Kral (İmanı) da bu hanedana mensuptur.
İran´da da bu mezhebe bağlı olanların sayısı yüzbinin üstündedir.Çeviren.
[39] İslam da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/161-164.
Îmam Zeyd´în Doğumu Ve Gençliği
İmam Zeyd Mücadele Alanlarında.
Hîşam B. Abdîlmelîk´e Karşı İsyanı
İmam Zeyd´in Savaşa Girişi Ve Şehîd Oluşu.
Savaştan Sonra.
İmam Zeyd´in Şahsiyet Ve Karakteri
İmam Zeyd´in Görüşleri
1- Siyasete Dair Görüşleri
2- Usûlu´d-Dln (Akaîd)´e Dalr Görüşleri
İmam Zeyd´in Fıkhı
El-Mecmu´ Adli Eserî
El-Mecmu´ Nasıl Yazıldı .
İmam Zeyd´in Fıkıh Ve Hadîsinin Genel Görünüşü.
İmam Zeyd´e Göre Aklın Görevi
İmam Zeyd´den Sonra Zeydiye Fıkıhının Durumu.
İMAM ZEYD ve MEZHEBİ[1]
İmam Zeyd (80 122 H.)
Hicrî birinci yüzyılın ikinci yarısının sonuna doğru Peygamber Şehrinde; kalbi İmanla dolu, nuru yüzünü heybet Ve celâl ile aydınlatan biri yaşıyordu. Bütün Medine onu seviyor, gelip geçenler onun adını ve üstünlüğünü anıyordu. O, mütevazı olduğu için yükseliyor, insanlara kıymet verdiği için onlar da kendisini yüceltiyor, zayıfları sevdiği için de bütün insanlar onu seviyordu. Fakirlerin derdine ortak olur, yetimlere babalık şefkati gösterirdi. İşte bu zat; Hz. Hüseyin´in kılıçların ağzından kurtulan biricik oğlu Ali Zeynelâbidin idi. O şehidler babası ve Kerbelâ´daki korkunç zulmün yere serdiği Hz. Hüseyin´in nesli, işte bu zat ile devam etmiştir.
O, bu acıklı sahne üzerine durmadan ağlar ve üzüntüsünü bir türlü gideremezdi. Çünkü, Ehm Beytin bütün sevgili evlâtları öldürülmüş, böylece o, yalnız başına yaşamak zorunda kalmıştı. Bu konuda kendisi bir kere şöyle söylemiştir:
Yakub (A.S.), Yusuf için gözleri kalana kadar ağlamıştır. Halbuki o, Yusuf´un ölüp ölmediğini bilmiyordu. Ben ise, Ehl-i Beytimden 10´dan fazla insanın bir kuşluk vakti gözlerimin önünde boğazlandığını gördüm. Siz, onların acısının gönlümden gideceğini mi sanıyorsunuz
Ali Zeynelâbidin, ruhî elem ve üzüntüleri içerisinde bir merhamet kaynağı olmuş ve gönlü onunla dolup taşmıştır. O, cömert idi, borçluların borcunu öder, muhtaçların yardımına koşardı. Affetmek, iyilikte bulunmak onun en büyük vasfıydı. Ondan şöyle bir olay rivayet edilir: Bir gün bir câriye ibriği eline almış, abdest alması için ona su döküyordu. Câriye, ibriği Ali Zeynelâbidin´in üzerine düşürdü ve yüzünü yaraladı. Ali Zeynelabidin, kmayıcı bir edâ ile başını cariyeye doğru kaldırdı. Bunun üzerine câriye şöyle söyledi: Allah, Kur´an´da, «Öfkelerini yenenler» buyuruyor. O, öfkemi yendim dedi. Câriye, «İnsanları affederler» buyuruyor, dedi. O, seni affettim dedi. Câriye, «Allah, ihsan sahiplerini sever»[2] dedi. O da, sen, Allah yolunda hürsün, cevabını verdi.
İşte Ali Zeynelâbidm Hicaz ülkesinde, özellikle Mekke ve Medine´de böyle asalet, büyüklük, merhamet ve iyilikseverlikle tanınmıştır. O, halife çocuklarının ulaşamadığı bir dereceye yükselmiştir. Saltanatı olmadığı halde herkes ona saygı gösterirdi. Çeşitli yollardan rivayet edildiğine göre Hişam b. Abdilmelik, halife olmadan önce hacca gelmiş, Kabe´yi tavaf ediyordu. Haceru´I-Esved´i eliyle selâmlamak için ne kadar çabaladiysa da kalabalıktan buna muvaffak olamadı. Nihayet kendisi için bir minber yapıldı ve onun üzerine oturdu. Etrafını Şamlılar çevirmişti. Tam bu sırada Ali Zeynelâbidin belirip Haceru´I-Esved´i selâmlamak için yaklaşınca, halk, onun yolunu tam bir saygı ile açtı. O güzel bir kıyafet içerisinde vakarlı bir haldeydi. Hişam, küçümsiyerek, bu da kim » diye sordu. Orada bulunan şâir Ferezdak ileri atıldı ve şu kasidesiyle onu tanıttı:
İşte bu; ayak sesini bütün Hicaz´ın tanıdığı,
Beytullahm, Haramı Şerif ve çevresinin bildiği,
Allah´ın kullarının en hayırlısının oğludur.
İşte bu; takva sahibi ve tertemiz olan sancak,
Gördüğü zaman kendisine Kureyş´in
Cömertlikle fazilet kaynağı dediği kişidir,
Ki senin «Bu da kim » sözün eksiltmez onun kadrini,
Tanımazlıktan geldiğini senin Arab da iyi tanır, Acem de...[3]
Ali Zeynelâbidin, kendisini fıkıh ilmine ve hadîs rivayetine vermiştir. O, tabiîlerden de hadîs rivayet etmiştir. Ehl-i Beytin fikir mirasını da muhafaza etmiştir. Ondan îbni Şihab ez-Zühri, hadis, rivayet eder ve onu takdirle anardı. O, siyasetten uzak durdu ve tamamen kendisini İslâm ilmine verdi.
Onun çağında şiîlerin sapıkları (Gulât-i Şia) mevcut idi. Onlarla karşılaştığı zaman tutumlarını tenkid eder ve onlan hakikat yoluna çağırırdı. Rivayet edildiğine göre Irak´dan gelen bir topluluk onun etrafına oturmuş, Ebu Bekr ve Ömer (R.A.)´i kötü sözlerle anmışlardı. O, bunlara şöyle haykırdı: «Söyleyiniz, siz kimsiniz Yurtlarından ve mallarından uzaklaştırılan, Allah´ın fazlım ve yüksek rızâsını istiyen, Allah ve Resulünün yolunda koşan ilk muhacirlerden inisiniz » Onlar, hayır dediler. O, «Siz yurdu ve îmanı daha önce tutmuş olan, kendilerine gelen muhacirleri sevenlerden misiniz » dedi. Hayır, dediler. O, bunun üzerine onlara şu cevabı verdi: Kendiniz itiraf ettiğinize göre siz ne onlardan, ne de bunlardansınız. Ben tanıklık e´derim ki siz Allah´ın şu âyetindeki üçüncü zümreden de değilsiniz: «Onlardan sonra gelenler; Rabbimiz, bizi ve İmanda bizi geçen kardeşlerimizi bağışla. Kalplerimizde İman edenlere karşı bir kin bırakma, derler.»[4] Bundan sonra onlara, benden uzaklasınız; Allah lâyıkınızı versin, derneğinizi dağıtsın, siz İslâm ile alay ediyorsunuz ve îslâm ehli değilsiniz, dedi.[5]
Îmam Zeyd´în Doğumu Ve Gençliği
İşte îmam Zeyd, bu büyük ve cömert babanın gölgesinde doğdu ve büyüdü. Bu acıklı ve üzüntülü muhitte yaşadı. Allah, ondan da, şerefli atalarından da razı olsun. Bu tertemiz soydan gelen İmam Zeyd´in babası Ali Zeynelâbidin, dedesi şehidler şehidi Hz. Hüseyin; büyük dedesi İslâm kahramanı, İlim şehrinin kapısı, sahabîlerin en büyük kadısı, Medine´ye yapılan göçte Peygamber CS.A.V.)´in kendisi ile kardeşlik akdettiği Hz. Ali´dir.
Zeyd´in doğum tarihi tam olarak bilinmemektedir. Fakat Hicri 80 yılında doğduğu anlaşılmaktadır. H. 122 yılında da şehid olarak öldüğü en kuvvetli rivayetlerle ifade edilmektedir. Öldüğü zaman 42 yaşını geçmediğinde rivayetler birleşmektedir.
Onun iyi bir şekilde yetişmesi için gerekli muhit mevcut idi. Bu muhit, ona yükseklik ve büyüklük duygusu yermiştir. O, soyundan gelen yüksek şeref sayesinde ruhi bir ululuk duyardı. Çünkü bir taraftan Hz. Peygamber (S.A.V.)´in, diğer taraftan Hz. Ali´nin torunu idi. O. sıkıntı ve mihnetler içerisinde yaşadı. Fakat bu sıkıntı ve mihnetler, ona ruhî bir olgunluk kazandırdı. Kendi ailesinde bulduğu İlim pınarlarından bol bol içti. Bütün bunların üstünde Irak ve diğer îslâm ülkelerinde şiddetli fitneler meydana geldiği zaman o. bir çok sahâbî ve tabiîlerin sığındığı Peygamber ve Nur Şehri Medine´de idi. Bu şehir, Sünnetin beşiği, Peygamber ilminin ışığı idi. Nitekim daha sonra Ömer b. Abdilaziz Medine´ye haber göndermiş, orada oturmakta olan tabiilerden Peygamber´in sünnetlerini toplamalarını ve diğer İslâm ülkelerine yaymalarını emretmişti.
İmam Zeyd, böyle bir İlim çağında yetişmiş, böylesine yüksek bir aile içinde doğup büyümüş ve mükemmel bir insan olarak yaşamıştır. O, babasından Ehl-i Beytin ilmini rivayet etmiştir. İmam Zeyd´in bütün rivayetlerini içine alan «el-Mecmu» adlı kitabında Hz. Ali´ye dayanan pek çok hadis mevcuttur.Ayrıca o, babasından Ehl-i Beytin ilmini rivayet ettiği gibi Hz. Ali ve Hüseyin´den başka râvilerden de bir çok hadisler rivayet etmiştir. Nitekim babası Ali Zeynelâbidin de bir çok tabiîlerden rivayetlerde bulunmuştur. Çünkü onlar, tabiîlerden rivayet etmekle halk arasında şeref ve itibarlarının sarsılacağı vehmine asla kapılmamışlardır.
Babası H. 94 yılında öldüğü zaman İmam Zeyd 14 yaşında idi. O, kendisine babalık yapacak bir yaşta olan ağabeyi Mühammed Bâkır´dan da rivayet etmiştir. Mühammed Bâkır´m oğlu İmam Cafer-i Sadık, İmam Zeydle yaşıt idi.
İmam Zeyd´in 14 yaşında iken babasından Ehl-i Beytin bütün ilmini öğrenmiş olması düşünülemez. O, ilminin büyük bir kısmını, babasının bütün ilmini öğrenen ağabeyinden almıştır. Mühammed Bakır, İlim ve fazilette İmam idi. Bir çok bilginler ve Irak âlimlerinin başı Ebu Hanîfe de ondan İlim öğrenmiştir. Mühammed Baku, İlimde gerçekten İmamlık mertebesine yükselmişti. Hattâ âlimlerin sözlerini inceler, bunların doğru ve yanlışını ortaya kordu.
Ehl-i Beyt arasında îmam Zeyd´in çağdaşı âlim, fâzıl, bilginlerin ilmine başvurup şahsiyetine saygı gösterdiği, halkın ve idarecilerin saygı duyduğu biri vardı. îşte o, Zeynelâbidin´in amcası Hz. Hasan´m torunu Abdullah b. Hasan idi. Bu zat, çok doğru ve pek güvenilir bir kimse olup Ebu Hanîfe kendisinden ders almıştır. İmam Mâlik ve Süfyan es-Sevrî gibi birçok muhaddisler ondan rivayet etmişlerdir. O, Halife Ömer b. Abdilaziz´e uğramış ve ondan büyük ikram görmüştür, İlk Abbasi halifesi Abdullah Seffah´a uğramış, ondan da tazim görmüştür. Halifeliğinin ilk günlerinde Ebu Cafer el-Mansur da ona saygı göstermişti. Fakat, Abdullah b. Hasan´ın oğulları, Ebu Cafer aleyhine harekete geçince onu hapsettirmiş, ölümüne kadar da hapishaneden çıkarmamıştır ki öldüğü zaman O, 75 yaşındaydı.
Zeyd, Abdullah b. Hasan´dan da İlim tahsil etmekle Ehl-i Beyte mensup diğer seçkin bilginlerin İlimlerini de öğrenmiş oldu. Ayrıca O, Peygamber´in mescidinde İlim meclisleri akdeden tabiilerden de İlim öğrenmiş, onların rivayetlerini, çıkardıkları hükümleri ve verdikleri fetvaları tesbit etmiştir. Böylece O, Peygamber evinde tahsilini tamamlamış, ilmin beşiği olan Medine´de kendisini tanıtmıştır. Nihayet kendisini güçlü bulduğu zaman Medine´den dışarı çıkmış, böylece babasının ve ağabeyinin usûlünden ayrılmıştır. Çünkü onlar, Medine´den dışarı ancak hac maksadıyla çıkarlardı. Yani, Hz. Hüseyin´in çok feci bir şekilde öldürülmesinden sonra Ehl-i Beyt men-subları, Medine´den dışarı çıkmıyorlardi; ancak hac maksadıyla çıkabiliyorlardı. İnsanları ve siyaseti terketmişler, kendilerini sadece ilme vermişlerdi. Kendilerine İlim için gelenlere ilgi gösteriyorlar, fıkıh ve dahîsi yayıyorlardı. Bu yüzden Hâşimî ailesinin diğer ileri gelenlerini onlar fikir, fıkıh ve din bakımından geçmiş bulunuyorlardı.
Zeyd, İlim uğruna Medine´den çıktıktan sonra çeşitli memleketlere giderek ilmi her bulduğu yerde almıştır. Basra´da Vâsıl b. Ata´ ile karşılaşmış; onunla mu´tezilî görüşleri incelemiştir. Bu sebeple, ilerde de anlatacağımız gibi, onun görüşleri ile mu´tezili görüşler arasında bir yakınlık meydana gelmiştir. Onu, bilhassa Hâşimî ailesinde tahsil ettiği İlim yükseltmiştir. Zira, onun mensup olduğu bu aile içinde akâid, fıkıh ve hadis âlimleri bulunuyordu. Meselâ, Hz. Ali´nin Fatıma´dan sonra aldığı hanımından doğan Muhammed b. Hanefiyye bunlardandır. Şehristâni, Muhammed b. Hanefiyye hakkında şöyle söyler: Muhammed b. Hanefiyye derin bir bilgi, keskin ve isabetli bir görüş sahibi idi. Ona babası Hz. Ali savaş vaziyetlerini anlatmış ve onu ilmin yüksek derecelerine vukuf , sahibi yapmıştır. O da uzleti seçmiş ve şöhrete karşı ilgisizliği tercih etmiştir.[6]
Zeyd, muhtelif yerlerde İlim tahsil ettikten sonra Irak ve Hicaz ülkelerinde dolaşmış, âlimlerle müzakerelerde´ bulunmuş, sonra ömrünün çoğunu Medine´de geçirmiştir. Ona her taraftan bir çok talebe gelmiş ve İlim öğrenmiştir. O, Medine´de bulunduğu zamanlar kendisini Kur´an okumaya ve ibadete vermiş olup kıraat hususunda da insanların en bilgini idi. İlimde zirveye ulaşmıştı. îmam ´zam Ebu Hanife onun hakkında şöyle söylemiştir: «Zeyd b. Ali´yi gördüm; çağında ondan bilgin, ondan daha çabuk cevap veren, ondan daha açık söz söyliyen birini görmedim. O, eşsiz bir insandı.»
Abdullah b. Hasan da Zeyd´in oğlu Hüseyin´e şöyle söylemiştir . Atalarının sana en yakını Zeyd b. Ali´dir. Ben aramızda ve bizden başkaları arasında onun benzerini görmedim.»[7]
İmam Zeyd Mücadele Alanlarında
Ehl-i Beyt, hem söz ile hem de fiilen siyasetten uzaklaşmıştı. Hattâ onlar, hükümdarlara, baskılarından kurtulmak için, «Emîr´ul-Mu´-minîn» diye hitabediyorlardı. Onların çoğu, Medine´de ancak siyasî çevrelerle temas etmemek için kalıyorlardı. Onlardan Irak ve Şam ülkelerinde en çok dolaşan İmam Zeyd´dir.
Fakat, Haşimî ailesinin halktan ayrı olarak yaşamasına rağmen, memleketin her tarafında şiîlik propagandası alabildiğine yayılıyordu. Ehl-i Beyt´in şiilerden uzak yaşayışı, bu şiîlerin çoğunun gerçek İslâm yolundan sapmasına sebeb oldu. Bunlarla karşılaşan Ehl-i Beyt mensubları, onları dâima sert bir şekilde azarlamışiardır. îmam Zeyd, seyahatları sırasında bu şiîler arasında hakikati yaymaya ve onları sapıklıktan uzaklaştırmaya çalışmıştır.
Emevl Devletinin başına, Hicrî 105-125 yıllarında hüküm süren Hişam b. Abdilmelik geçmiştir. Bu Emevi Halifesi, Zeyd´i ve onun hareketlerini, adamları vasıtasıyla daima takib ediyordu. Çünkü Abbasîlerin propagandası, şiî bir kılığa bürünmüş, Horasan ve Mâverâunnehr ülkelerinde gizli gizli yayılıyordu. Zeyd üzerinde şüpheler artmış ve bütün hareketlerinden dolayı ittiham edilmeye başlanmıştı. Fakat, suçlu olduğunu gösterecek bir delil bulunamamıştı. Zeyd, devlete karşı ayaklanmak için her hangi bir teşebbüste bulunmamıştır. Ancak, İlim ve irşat vazifesiyle uğraşmıştır. Zeyd´i ittiham etmek için elde bir delil bulunmadığı halde, Hişam şüpheden kurtulamamıştır; çünkü o, Ehl-i Beytin halk nazarmdaki mevkiini biliyordu. Ayrıca Beytü´l-Haram´da Ali Zeynelâbidin e gösterilen saygıyı gözleriyle görmüştü.
Hişam, İmam Zeyd´in durumunu gözetlemekle yetinmedi, tersine, Ehl-i Beyt´in mevkiini sarsmaya teşebbüs etti. Bu maksatla O, Medine Valisini Ehl-i Beyt mensupları arasında fitne çıkarmaya şevketti. Esasen Zeyd ile amcası Hz. Hasan´m evlâtları arasında Hz. Ali´nin bir vakfı üzerinde münakaşa mevcuttu, Onlar bu vakfın mütevelliği meselesinde anlaşamıyorlardı. Vali, bu dâvanın kendi huzurunda halledilmesinde ve husûmetin uzamasında İsrar ediyordu. Bu maksatla, Vali, bütün Medine´lileri, bu muhakemenin cereyanma şahit kılmak için, bir araya topladı ve Hz, Hüseyin evlâtları arasındaki uygunsuz tartışmayı halka duyurmak istedi. Valinin kötü maksadım kavrayan Zeyd, Medine´de bu dâva ile ilgili dedikodulara son vermek için kendi hakkından vazgeçti.
Bu dâvanın duruşmasıyla ilgili bazı hususları İbnu´I-Esir´den dinliyelim: «Medine bulgur kazanı gibi kaynıyordu. Herkes birbirine Zeyd böyle dedi, Abdullah şöyle dedi gibi lâflar söylüyordu. Ertesi gün olunca Vali Halid, Mescid´de yerine oturdu. Halk da toplanmıştı. Bazısı mahcup, bazısı da üzüntülü idi. Halkı, buraya, Ehl-i Beyte mensup insanların biribirine kötü sözler sarf etmesinden hoşlanan Halid bilhassa çağırmıştı. Abdullah konuşmaya başladı. Bunun üzerine Zeyd söze karışıp: «Acele etme, ey Ebu Muhammed. Eğer Zeyd, seninle Halid´in huzurunda muhakeme olacaksa, sahip olduğu bütün köleleri ebediyen azat edecektir,» dedi. Sonra Vali Halid´e dönerek: «Allah´ın Elçisinin zürriyetini böyle bir mesele için mi topladm Halbuki Ebu Bekr ve Ömer onları böyle bir iş için asla topIamamıştı»[8] demiştir.
îşte İmam Zeyd´in bu davranışıyla tartışma sona ermiştir. Fakat Vali, duruşmada hazır bulunan bazı serserileri kışkırtarak Zeyd´e küfrettirmiştir. îmam Zeyd ise, bunlardan yüz çevirerek, «Biz, sizin gibilere cevap vermeyiz» demekle yetinmiştir.
Medine´den her çıkışında îmam Zeyd´e gösterilen güçlükler şîd-detlenirdi. O, bir kere Irak´a gitmişti. Buranın valisi Halid b. Abdil-lâh el-Kasrî de ona çok ikramda bulunmuştu. Fakat bu vali yerinden azledilmiş, ondan sonraki vali hem Zeyd´i ittiham etmiş, hem de Halid b. Abdillah el-Kasri´yi, Ehl-i Beyt´e malî yardımda bulunmakla suçlamıştı. Medine´ye gitmiş olan îmam Zeyd, bu hususta sorguya çekilmek üzere Irak´a çağrılmıştır.
îşte bu türlü güçlük, ihanet ve eziyetler, hem Medine Valisi hem de başkaları tarafından durmadan Zeyd´e yöneltiliyordu. Nihayet o, Hişam´a gidip Medine Valisini şikâyet etmek zorunda kaldı. Fakat Hişam´a gidince, Halîfe, onu küçük düşürmek istemiş ve huzuruna kabul etmemiştir. Huzuruna çıkmak için İmam Zeyd´in gönderdiği kâğıdın altına Hişam şunu yazmıştır: «Medine´deki evine dön!» Zeyd´in İsrarı üzerine Hişam sonunda onu kabul etmiş; fakat içeri girince ona oturacak yer göstermemiştir. Zeyd de boş bulduğu bir yere oturmuş ve şöyle demiştir: «Ey Emîr´ül-Mü´minîn, hiç bir kimse Allah´a tavkâ hususunda büyüklük taslıyamaz. Keza, hiçbir kimse Allah´a takvadan başka bir hususta kendisini küçültemez.» Hi-şam şöyle cevap vermiştir: «Sus, anasız olası. Sen hilâfet iddiasında bulunuyorsun. Halbuki sen bir cariyenin oğlusun.» Zeyd, buna şu sözleriyle son derecede metanetli bir cevap vermiştir: «Allah katında hiçbir kimsenin derecesi Peygamber´den daha yüksek ve kadri ondan daha yüce değildir. İsmail Aleyhisselâm da bir cariyenin oğlu ve kardeşi de Surayha´ın oğludur. Bütün insanların hayırlısı Hz. Peygamber, İsmail soyundan gelmiştir. Birisinin dedesi Allah´m Elçisi ve babası Ebu Talib´in oğlu Hz. Ali olursa, kimsenin ona diyeceği birşey yoktur.» Bunun üzerine Hişam, «Dişan çıkınız- dedi. Zeyd de, «Çıkıyorum; fakat bundan sonra, senin istemediğin yer ne re ise orada bulunacağım» cevabını verdi.[9]
Hîşam B. Abdîlmelîk´e Karşı İsyanı
İmam Zeyd Medine ve Irak´ta türlü işkencelere uğradı.´ Durumunu Hişama şikâyet etmek istediği zaman yine eziyet gördü. Hz. Ali´nin torunu olduğu halde huzurundan kovuldu. O biliyordu ki şerefli insan, zulme karşı koyar ve ağzını doldurarak «Hayır!» der. Bunun için bu, Hâşinıî genci de ağzını doldurarak «Hayır!» dedi. Zillete mukabil ölüme razı oldu. îsyan bayrağını açmak üzere iken onun şu mısraları söylediği rivayet edilir: «Erken kalktım ölüm beni korkutuyor, sanki Ben hayat sahnesinden ayrılmışım. Ona cevap verdim s Ey ölüm sen bir pınarsın, Elbet ben de senden bir bardak içeceğim.»
Yiğit delikanlı, her türlü korkudan uzak, ya hak, ya ölüm diyerek meydana atılmıştı. Bunlardan hangisine kavuşursa kavuşsun, içinde bulunduğu durumdan daha iyi olacaktı. Savaş hazırlığını yaptıktan sonra gizlice Kûfe´ye gitmişti. Fakat bu bilinen bir gizlilikti. Çünkü onun işi kimseye meçhul değildi. Irak´lı şiîler hemen etrafını sarıp bîata başlamışlardı. Onun biat ve davetinin şekli îb-nü´1-Esir´in el-Kâmü´inde şöyle anlatılır:
«Biz, sizi Allah´ın Kitabına ve O´nun Elçisinin Sünnetine, zâlimlerle savaşa, zayıfları müdafaaya, yoksullara yardıma çağırıyoruz ve bu mücadelenin kazandıracağı ganimet, bunu hak edenler arasında eşit olarak paylaştırılacaktır. Zulüm defedilecek, hak sahibine yardım edilecektir. Buna göre bana biat ediyor musunuz Onlardan «evet» cevabını alınca, elini tek tek onların ellerinin üzerine koydu ve şöyle dedi: Allah´ın ahdi ve mîsakı, O´nun ve Elçisinin zimmeti üzerinize olsun. Bana yaptığınız bîata vefa göstereceksiniz, düşmanlarımla savaşacaksınız, benim için gizli ve açık her yerde nasihat edeceksiniz, değil mi Biat edenlerin «evet» demesi üzerine onların ellerinin üstünü ayrı ayrı mesnetti ve, Allah´ım sen şahit ol, dedi.»[10]
İmam Zeyd´e Kûfe´lüerden bu şekilde 15 bin kişi biat etmiştir.Vâsıt gibi civar şehirlerden katılan şiîlerle bunların sayısı 40 bine çıkmıştır. Ehli Beyt´in ileri gelenlerinden bir çoğu Zeyd´i uyarmış ve Küfe´lilere güvenilemiyeceğmi söylemiştir. Fakat Hz. Ali´nin torunu kararından vazgeçmemiş, ya şeref ya ölüm, diye yoluna devam etmiştir. Artık geri dönmesi imkânsız hale gelmiş, savaş alanına O, her gün biraz daha yaklaşmıştır. Kuvvetlerini toplamış ve liderlerle 122 H. yılı Safer ayının başında hücuma geçmeyi kararlaştırmıştır.
Zeyd´in ve ona biat edenlerin haberi Irak Valisine ve Hişam b. Abdilmelik´e ulaşmış, bunun üzerine Hişam, Valiye gönderdiği mektupta şöyle söylemiştir: «Sen uyuyorsun, Zeyd b. Ali´nin Kûfe´deki suçu çok artmıştır. Ona bîat ediliyormuş. Onu İsrarla yanına çağır ve kendisine «eman» ver; kabul etmezse öldür.»
İmam Zeyd´in Savaşa Girişi Ve Şehîd Oluşu
Durum iyice fenaîaşmıştı. Irak Valisi, İmam Zeyd´i yanma çağırmak cihetine gitmiş, İmam ise vaziyetini açıkça belirtmek mecburiyetinde kalmıştır. Bunun için kendisine bîat eden Iraklıları çağırmış, fakat onlar bu kesin karar verme ânını görünce birbiriyle münakaşa ve mücadeleye başlamışlar ve çeşitli fikirler ileri sürerek ortalığı karıştırmışlardır. Onlar biliyorlardı ki, Ehl-i Beyt, kendileri gibi düşünmüyordu. Bunlar arasında cereyan eden münakaşayı tarih kitaplarından olduğu gibi naklediyoruz:
Ebu Bekr ve Ömer hakkında ne.düşünüyorsunuz Diye Zeyd´e
sordular. O da:
__ Allah onlara mağfiret etsin. Ehl-i Beytimde hiçbir kimsenin onlardan teberri ettiğini işitmedim. Onlar «in hayırdan bir şey söyleyemem.
Dedi.
__ O halde Ehl-i Beyfin haktan niçin istiyorsun Dediler.
Biraz önce isimlerini andığınız kimseler hakkında söyliyeceğim en ağır söz, bizim hilâfete daha lâyık oluşumuzdur. Fakat millet, onları bize tercih etmiş ve bizi işbaşına getirmemiştir. Onlar da, üzerlerine aldıkları hilâfeti adaletle yürütmüşler, Kitab ve Sünnetle amel etmişlerdir. Dolayısiyle, küfre girecek bir şey yapmamışlardır.
Diye cevap verdi.
O halde niçin savaşıyorsun Dediler.
Çünkü bunlar, onlar gibi değildirler. Bunlar, yani Emeviler, hem halka hem de kendilerine zulmetmektedirler. Ben, sizi Allah´ın Kitabına ve O´nun Resulünün sünnetine, sünnetleri ihya etmeye, bid´-atları yoketmeye çağırıyorum. Beni dinlerseniz sizin için de benim için de iyi olur. Dinlemezseniz ben sizden sorumlu değİlim.
Dedi.
Bunun üzerine onlar, İmam Zeyd´i yapayalnız bırakıp dağılarak, bîatlannda durmadılar ve İmanım Cafer-i Sadık olduğunu ilân ettiler.[11]
Bu tartışmalar yapılırken Emevî ordusu hazırlıklarını tamamlamış, İmam Zeyd ve ona bağlı olanların üzerine hücuma geçmişti. Bunun üzerine îmam Zeyd, savaşa, karar verdiği zamandan bir ay önce girmek zorunda kalıyordu. Adamlarını parolası olan «Ya Mansur, Ya Mansur» sözü ile çağırmaya başladı. Kendisine ancak 400´e yakın insan cevap verdi. Halbuki yalnız Kûfe´de ona biat edenlerin sayısı 15 bin kişi idi. Bunlara katılanlar ise bu sayıdan kat kat fazla idi. Hepsi de sözlerinden dönmüşlerdi. îmam Zeyd, onlara şöyle haykırıyordu: «Çıkınız, zilletten izzete; çıkınız, din ve dünyaya; çünkü siz ne dinde, ne de dünyadasınız.» Fakat, Hz. Ali´nin torunu İmam Zeyd, yenilginin belirtilerini gördüğü halde, sarsılmıyor ve şöyle bağırıyordu: «Korkuyorum, siz Hz. Hüseyin´e yaptığınızı bana da yapacaksınız. Allah´a and olsun ki ölünceye kadar, tek başıma da olsam, savaşacağım.»
Peygamber (S.A.V.)´in torunu, Bedir savaşma katılan mücahidler kadar askeriyle karşısındaki koskoca ve her an takviye gören bir orduya karşı ilerliyordu. Sayıca az, fakat îman bakımından çok güçlü olan ordusuyla savaşa girdi. Emevî ordusunun bir kanadını yenilgiye uğrattı. Onlardan 70 kadarını öldürdü, Çokluğuna rağmen Emevî ordusu, bu bir avuç yiğit mücahidlerle kılıç kılıca çarpışmaktan âciz kalmış ve oklardan medet ummaya başlamıştı. İmanı Zeyd´in adamlarını ok yağmuruna tutmuşlar, bu arada İmam da alnından aldığı bir ok darbesiyle yere yuvarlanmıştı. Bu okun alnından çıkarılışı, onun ölümü ile sonuçlanmıştı. Böylece onlar, .Zeyd´i, dedesi Hü-seyn´e karşı uyguladıkları metodla yolundan alıkoymuş oluyorlardı. Çünkü Hz. Ali´nin evlâtları, savaş meydanında mertçe karşılarına çıkan herkesi yere sermekte güçlük [12]çekmiyordu.[13]
Savaştan Sonra
Hişam ve kumandanı, bu genç İmamın şehid oluşundan sonra ona, Yezid ve İbni Ziyad´m Hz. Hüseyn´e ölümünden sonra yaptığının aynısını yaptılar. Zeyd´in kabrini açtırıp temiz cesedini çıkarttılar. Onun cesedini, Kûfe´nin bir meydanında Hişam b. Abdilmelik b. Mervan´m emri ile astılar. Emevî taraftarı bir şair, bu durumu anlatan bir şiir yazmış ve şu çirkin sözleri burada sarf etmiştir:
Sizin Zeyd´i bir hurma kütüğüne astık.. Hiç gördünüz mü Hak yolunda olanın hurma kütüğüne asıldığını.
Onun temiz cesedi, bir müddet asılı kaldıktan sonra yine Hişam´m emri ile yakılmış ve külleri yele verilmiştir. Fakat, îmam Zeyd´in bu şekilde öldürülüşü, Abbasî davetini daha çok yaymış ve halkın bu davet etrafında toplanmasını sağlamıştır. Nasıl ki Hz. Hüseyin´in öldürülüşü, Şüfyanî-Emevî devletini devirmiş ve Süfyan oğulları yerine Mervan oğullarını getirmişse, Zeyd´in öldürülüşü de Emevî devletini kökünden yıkmıştır. Çünkü, o nur yüzlü genç İmamın şehit edilişinden tam on sene sonra Emevî devletinin yerinde yeller esmiştir. Allah´ın hikmetinden sorulmaz. Emevî hükümdarlarının kabirleri de açılıp cesetlerinin kalıntıları çıkarılmış, Zeyd´in cesedi gibi yakılarak külleri yele verilmiştir. Mes´udî, bu durumu şöyle anlatır:
«El-Heysemî b. Adiy et-Taî, Ömer b. Hâni´den şöyle rivayet etmiştir: Abdullah b. Ali ile Eb´ul-Abbas es-Seffah zamanında Emevî hükümdarlarının kabirlerini açmak için çıktık. Sıra Hişam´m kabrine gelmişti. Onun cesedini kabrinden tam olarak çıkarttık, sadece burnunun bir kısmı çürümüştü. Abdullah b. Ali, ona 80 sopa vurdu, sonra yaktırdı. Süleyman´ın kabri Dâbık´ta idi. Gidip onu da çıkardık. Fakat, bel kemikleri ile bazı kaburga kemikleri ve başından başka bir şeyi kalmamıştı. Bunları toplayıp yaktık. Aynı muameleyi öteki Emevî hükümdarlarına da yaptık.» Mes´udî, bu olayları uzun uzun anlattıktan sonra şöyle söylemektedir: «Biz, bu haberleri burada Hişam´m, Zeyd b. Ali´yi öldürttükten sonra, ona, cesedini yaktırmak suretiyle reva gördüğü akıbetin aynen kendisinin de başına gelişini bir ibret olsun diye yazdık.»[14]
Biz de burada belirtmeliyiz ki, bu naklettiğimiz sözlerle Abbasilerin, Emevîlerin kabir ve cesetlerine reva gördükleri davranışların iyi bir hareket olduğunu söylemek istemiyoruz. Buna İslâm dini asla müsaade etmez. Ancak, Allah´ın hikmetini, ibret alınsın dîye beyan etmek mecburiyetindeyiz. Çünkü Allah, zâlimleri birbirine musallat etmektedir. Emevî zâlimleri hakkı tanımamışlar, azgınlaşmışlar ve Peygamberin Ehl-i Beyt´ine olmadık şeyleri yapmışlardır. İktidarı ele geçiren öteki zâlimler de, onlara aynı şeyleri tatbik etmişlerdir. Böylece Allah´ın, «İşte biz, zâlimlerin bir kısmını kazandıkları şey sebebiyle diğer bir kısmına böyle musallat ederiz.»[15] âyeti bir kere daha gerçekleşmiştir.
idrâk sahiplerine bunlar birer ibret olmalıdır ![16]
İmam Zeyd´in Şahsiyet Ve Karakteri
İmam Zeyd´in gençliğini, mücâdelesini ve hayatının sona erişini anlattık. Burada, onun şahsiyet ve karakterini de genel hatlarıyla ortaya koymak istiyoruz. O, Ehl-i Beyt´e mensup olan diğer şahsiyetler gibi yüksek meziyet ve vasıflara sahip idi. Onun en üstün meziyetlerinden biri, hak ve hakikat uğrunda mücadele ederken sahip olduğu ihlâstır. Kişi, hak ve hakikati ararken ihlâs sahibi olursa, kalbinde hikmet nuru parlar ve onun yolunu aydınlatır. Hiçbir şey, aklı ihlâs kadar aydınlığa kavuşturmaz. Keza, hiçbir şey, fikir nurunu, nefsi arzu kadar söndürmez.
Zeyd, İlim uğrunda koşarken büyük bir ihlâs sahibi idi. Birçok İlimleri bu sayede öğrendi. Medine´de fıkıh İlimlerini, Ehl-i Beytin ilmini, Usûl´ud Dîn ilmini tahsil etti. İslâmî fırkaların beşiği olan Basra´ya gidip çağının bütün İlimlerini öğrendi. Bu İlimlerin hepsinde o, gerçekten İmamlık derecesine yükseldi. Ihlasın en büyük meyvesi takvadır. Takva nuru, Zeyd´in yüzünde, lisanında ve hareketlerinde parlamakta idi. Bir çağdaşı onun hakkında şöyle söylemişti : «Zeyd b. Ali´yi her gördüğüm zaman daima yüzünde nur parıltıları bulunurdu,» O, daima ya Kur´an okur, ya da ilmî müzakerelerde bulunurdu. Onunla görüşmek istiyen biri şöyle söylemiştir: «Medine´ye geldim ve Zeyd b. Ali´yi ziyaret için her soruşumda bana onun Kur´an okuduğunu söylediler.» O, kendisini şu sözüyle tanıtır: «Zeyd b. Ali sağ ve solunu tanıdıktan sonra Allah´ın haram kıldığı hiçbir şeye yaklaşmamıştır.»
Bu takva sahibi İmam, basiret gözüyle görüyordu ki Allah´dan korkan kimseyi halk sever ve sayar. O, şöyle söylerdi: «Kim Allah´a itaat ederse Allah da insanları ona itaat ettirir.» Onun ihlâsı, Mu-hammed ümmeti arasında birinci mertebede yer alır. Bunun içindir ki o, müslümanlan birleştirmek ve aralarındaki dargınlığı gidermek için uğraşmıştır. Bir kere, o, bir arkadaşına şöyle söylemiştir: «Bu Ülker yıldızını görüyor musun, bir kimse ona ulaşabilir mi » Arkadaşı, hayır, dedi. O da şu cevabı verdi: «Allah´a yemin ederim ki ellerimle bu ülkere asılıp oradan yere düşerek parça parça olsam, ben yine de Allah´ın Muhammed ümmetini birleştirmesini isterim.»[17]
Zeyd, tefrikanın açtığı gediği kapatmak için mücadele etmiş, müslümanları birleştirmek için Kitab ve Sünnet´ten başktı yol olmadığını görmüştür. Çalışmalarını bu yolda ilerletmiş ve temiz ruhunu da bu uğurda feda etmiştir. İhlâsmın diğer bir meyvesi de, müsamaha ve affedici oluşu idi. Onun bu duygusu, bütün hakkını amcasının oğlu Abdullah b. Hasan´a terketmesine sebep oldu. Müsamaha duygusu onun ahlâkını gülleri açılmış bir bahçeye çevirdi. İhlâsı ona daima hakkı söyletiyordu. Allah ona yiğitlik ve medenî cesaret bakımından büyük bir nasip vermişti. Savaştaki ve başkasına yardım hususundaki cesareti de aynı nisbette idi. Medeni cesareti sayesinde o, hiçbirşeyden korkmadan hakikati söylüyor, en güç durumlarda bile susmuyordu. Savaşa gireceği sırada etrafmdakilerin bir kısmı, »nun Ebu Bekr ve Ömer´e dil uzatmasını istediler. Fakat O, buna asla razı olmadı. Çünkü hakikat uğruna mücadele eden insan, bâtıl bir şeyi kendisine vasıta yapamaz. Medenî cesareti, onu, Şiîliğin «Takıyye = Gizlilik» prensibini tanımamaya şevketti. O, bütün görüşlerini apaçık ilân ediyor ve eziyetten korkarak onları gizlemiyordu. Bu tutumu, onun kendi görüşleri yüzünden işkence ve hakarete, maruz kalmasına, bazı insanların kendisini terk etmesine ve baz.ı yakınlarının muhalefetine sebep olmakta idi.
Onun savaş cesareti, kendisini 15 bin kişiden fazla büyük bir ordu ile savaşmaya şevketti. Halbuki yanında Bedir gazilerinden fazla bir askeri yoktu. Buna rağmen ilk hamlede o, zaferi elde etmek üzere idi. Fakat, uğradığı ok yağmuru durumu aleyhine çevirdi.
Yiğitlik ve zulme karşı durma, birbirinden ayrılmaz iki vasıftır İmanı Zeyd´in zulme karşı durma duygusu, onda zâlimlere karşı çok şiddetli bir hassasiyet doğurdu. O, yalnız Ehl-i Beyt´e reva görülen zulümlere karşı durmamış, başkalarına yapılan zulümler için de aynı tepkiyi göstermiştir. Zaman zaman kendilerine gösterilen iyilik ve saygı, onun zulme karşı direnme azmini hafifletmemiştir. O, herhangi bir kimseye yapılan bir zulmü kendisine yapılmış gibi hissederdi, içinden zulme karşı duyduğu isyan, nihayet onu bu zulmü fiilen kaldırmaya şevketti. Bir yakınından şöyle rivayet edilmiştir: «Hacca gitmek istedim ve Medine´ye uğradım. Zeyd b. Ali´yi ziyaret etmek için yanma varıp selâm verdim. O, şairin şu (anlamdaki) mısralarını terennüm ediyordu: «Kimler oklarla perdelenmiş bir ululuk isterse, Fayda verdiği müddetçe yaşar onlar.
Ne zaman ateşli bir kalp, keskin bir kılıç ve
Şerefli bir başı birleştirsen uzaklaşır zulüm senden.
Benimle savaş edenlerle savaş edersem ben,
Ey Âli Hemdân, bu durumda zâlim mi olurum ben
Bu rivayet, onun »ruhunda zulme karşı duyduğu isyanı göstermektedir. O, ancak kendisine hamle ruhu veren şiirleri okurdu. Zamanı gelince ileri atıldı, canını esirgemedi, Tanrı´sını hoşnut etti ve zâlimlerin azgınlığını ortaya çıkardı.
Yiğitlik ve atılganlıkla beraber Zeyd, sabırlı ve son derecede metanetli idi. Sabır mücahidlerin silâhı ve yiğitliğin kardeşidir. Sabırsız yiğitlik, öfkeden ileri geçemez. Aslında yiğitlik başka, öfke başkadır.
Hakîkatta sabır nefse hâkim olmak, nefsî arzuları yenmek, lüzumsuz şeylere atılmamak ve güçlüklere göğüs germektir. Bu meziyetlerin hepsi İmam Zeyd´de en has mânasiyle tecelli etmiştir. O, öfkelenmezdi. Meseleleri sükûnetle çözmeye çalışırdı. Neticede ileri atılmak gerektiği anlaşılırsa gözünü daldan budaktan esirgemeden atılırdı. Sabrı kendine şiar edinmişti. Hattâ, «Sabret, mükâfatını görürsün.» ve «Sakın ki başkası da senden sakınsın» sözleri onun dilinden düşmezdi.
Yukarıda anlattığımız bir muhakeme dolayısiyle onun nefsine nasıl hâkim olduğunu, hattâ bu uğurda hakkından dahi nasıl feragat ettiğini, kendisine küfreden kimselere karşılık olarak söylediği en ağır sözün, «Biz, sizin gibilere cevap veremeyiz», demekten ibaret olduğunu gördük.
Onun bu ahlâkî faziletlerinin üstünde eşsiz bir fikir ve zekâ sahibi olduğu muhakkaktır. Ona Sind´li annesinden keskin bir zekâ, derin bir tefekkür, Hind´lilere mahsus bir düşünme gücü miras kalmıştır. Mensup olduğu Ehl-i Beyt´ten de yine keskin bir zekâ, düşünen ve ilham alabilen bir akıl, fikirden hareket alanına atılan bir ruh ve derin bir tefekkür miras kalmıştır. Keskin zekâsı onu ilme sevketmiş, kuvvetli hafızası okuduğu ve işittiği her şeyi muhafaza etmiştir. O, Ehl-i Beytin Hz. Ali´den rivayet ettiği hadisleri öğrenmiş ve bütün tslânıi İlimleri tam bir ihata ile tahsil etmiştir, ihtiyaç duyduğu zaman bu İlim hazînesi daima kendisine yardımcı olmuş,´konuşmalarında sorulan suallere derhal ve isabetli cevaplar vermek onda bir meleke haline gelmiştir..
Onun fikrî dehâsı, bilhassa meselelerin sebeplçrini araştırırken ve olaylar arasındaki bağlan incelerken meydana çıkar. İlimle uğraşan aklın en büyük meziyeti işte budur.
Diğer Hâşimî âlimleri gibi o da tesirli konuşma ve belagat bakımından büyük bir güce sahipti. O, lisanın ve güzel ifadenin merkezinde, Hz. Peygamber (S.A.V)´in Ehl-i Beyti içerisinde, Hz. Ali´nin evlâtları arasında doğup büyümüştür. Büyük dedesi Hz. Muhammed (S.A.V.), keskin bir ifade ve eşsiz bir hitabet gücüne sahipti. Keza, büyük babası Hz. Ali Peygamber (S.A.VJ ´den sonra gelen en büyük hatipti. Hz. Ali´nin hutbelerini, Ehl-i Beyt âlimleri birbirinden miras olarak alırlar ve ezber ederlerdi. Bunların bir kısmını Şerif Radî, «Nehe´ul-Belâga» admı verdiği kitapta toplamıştır.
Bu açıklamalara göre fesahat ve güzel ifade, Ehl-i Beyt, özellikle bunlardan Medine´de oturanlar tarafından tabiî olarak muhafaza ediliyor, Emevî devrindeki dil bozuklukları bunlara sirayet etmiyordu. Dolayısiyle İmam Zeyd, en güzel konuşan insanlardan biri olup güzel konuşmayı susmaya tercih ederdi. Kendisine bir gün susmak mı, yoksa güzel bir şekilde konuşmak mı daha iyidir diye sordular. O şöyle cevap verdi: «Allah miskinliği kahretsin. Zira, miskinlik güzel konuşmayı bozdu. Tutukluk ve kekemel.ik getirdi.» Bundan anlaşılıyor ki Zeyd aklını İlimle, dilini de güzel konuşmalarla geliştiriyor ve ifade yeteneğini öldürecek kadar susmaktan kaçınıyordu.
Husrî´nin «Zehru´1-Âdâb» adlı eserinde şöyle bir fıkra vardır: «Cafer b. Hasan b. Ali ile Zeyd arasında vasiyet konusuyla ilgili bir tartışma cereyan etmiştir. Halk, bunların tartışmakta olduğunu öğrenince konuşmalarını dinlemek için yanlarına koşmuştur. Bazıları Cafer´in sözlerini, bazıları da Zeyd´in sözlerini ezberlemişler; tartışmacılar ayrıldıktan sonra halk da dağılmıştır. Onların sözlerini ezberliyenler bir araya gelmişler; biri Cafer bu konuda şunları söyledi, diğeri de Zeyd şunları söyledi diye naklederek her ikisinin sözlerini de yazmışlardır. Onların sözlerini halk dikkatle öğreniyor, sölyedikleri şiir ve atasözlerini ezberliyordu. Bu ikisi, çağının çok enteresan insanları idi.»[18]
Bu fıkradan anlaşılıyor ki îmam Zeyd, büyük bir fesahat ve belagat sahibi olup fikri tartışmalarda daima ifade bakımından üstün bir yer işgal ediyordu.
Hişam b. Abdilmelik, en çok Zeyd´in kuvvetli ifadesiyle tesirli hitabetinden korkuyordu. Zeyd´in Irak´a geldiğini öğrenince oranın valisine şöyle yazmıştır: «Küfe halkının, Zeyd´in meclisine gelmesine engel ol. Çünkü onun kılıçtan daha keskin, oktan daha sivri, büyü ve sihirden daha tesirli bir dili vardır.»[19]
Fikrî, siyasî ve içtimaî sahalarda liderlik yapmak istiyen kimselerin, olayları tam olarak kavnyacak kuvvetli bir anlayış ve firaset sahibi olması gerekir. Mukadderat, bazan onların ölçülerine aykırı bir şekilde tecellî edebilir. Fakat, bu, gerçek liderlerin idrak bakımından kuvvetli ve uyanık oluşlarına bir halel getirmez. Tarihin bize naklettiği haberlere göre İmam Zeyd, gerçekten kuvvetli bir fi-raset sahibi idi. Bu sayede, o, aklî yönden de hissî yönden de İmam olmaya lâyıktı. O, derin bir tefekküre sahip olduğu gibi, çok kuvvetli bir duyguya da sahipti. Savaş alanında bile firasetini kaybetmemiş, Kûfe´lilerin Hz. Hüseyn´e karşı yaptıkları hareketi kendisine karşı da yapacaklarını sezmiş. Hişam´m ordusuyla çarpıştığı gün bu sezginin yanlış olmadığını görmüştü. O, kendisini öldürenlerin de yapayalnız bırakanların da alçak kimseler olduklarını biliyordu.
Burada akla şöyle bir soru gelebilir: Kuvvetli firaset sahibi kimse, bazı Ehl-i Beyt tarafından ikaz edildiği ve tarihî olayları bildiği halde, Irak´lılara güvenerek, nasıl olur da harekete geçer Buna şöyle cevap verebiliriz: îmam Zeyd, firasetiyle bu durumu sezmiş; onların kendisine hıyanet etmemeleri için tedbir almış ve onlarla mescid´de bîatlaşmıştır. Bununla beraber, o biliyordu ki onların bîatları dahi iş ciddiye binince kendisini terketmelerine engel olmayacaktı. Fakat; yine biliyordu ki zilletle yaşamak, savaş alanında şerefle ölmekten daha kötüdür. Bütün bunlara rağmen savaş, İmam Zeyd´in lehine neticeleniyordu. Çünkü Şamlılar, çok olmalarına rağmen, zaferden emin değillerdi. Nitekim ilk karşılaşma bu kanaati desteklemşitir. Fakat, beklenmiyen okçu taarruzu ile Allah´ın takdiri yerini buldu.
İmam Zeyd´in şahsiyeti heybetli idi. Allah, ona İlimde, akılda, yerine göre davranışta ve haya duygusunda verdiği üstünlük nisbetinde bedenî üstünlük de vermişti. Onun heybetini gösteren en büyük delil, Hişam b. Abdilmelik´in çnunla görüşmekten kaçınışıdır. Hişam, basit insanların ağzı ile onun annesini,küçümsemek istediği zaman, ondan taş gibi bir cevap almış ve işi zâlim sultanların metodu ile halletmeye yeltenmiştir. Fakat bu davranışı onu, kuvvetli ve heybetli bir şahsiyetin karşısında duracak bir güç sahibi yapmamıştır. Zira, İmam Zeyd´in heybeti bir ordunun yapacağı işi görüyordu. O, meydana atıldığı zaman büyük dedesi Hz. Ali´yi andırıyordu. Şam ordusu, Hz. Ali´nin önünde nasıl kaçtıysa, onun önünde de aynı şekilde kaçıyordu. Ancak ona, uzaktan okla mukavemet edebiliyordu.
Özetlemek gerekirse bu genç İmam; her bakımdan üstün, âlicenap ve en güzel huylarla vasıflandırmaya lâyıktır.[20]
İmam Zeyd´in Görüşleri
İmam Zeyd, Hz. Hüseyn´in şehid edilişinden sonra Ehl-i Beyt´in, halkı kendi görüşüne davet eden ve kendisi için özel bir davet metodu olan ilk İmamıdır. Babası, halk ile temas kurmuş, zayıflara daima iyilik etmiş olup aynı zamanda bir din bilginidir. Büyük kardeşi İmam Muhammed Bakır, evine çekilip ilmi tetkiklerle uğraşmıştır. Zeyd ise, Medine´den çıkıp İslâm ülkelerinde kendi İlim ve görüşlerini yaymıştır. Onun siyaset hakkında, Usûlu´d-Din hakkında kendine özgü görüşleri vardır. Ayrıca, fıkhı görüşleri ve Ehl-i Beyt´in rivayetlerini içine alan bir fıkhı rivayetler mecmuası vardır.[21]
1- Siyasete Dair Görüşleri
Hz. Ali şehid edildikten sonra ona bağlı olanlar üzerinde fikri bir baskı meydana gelmiş ve bu, Hz. Hüseyn´in şehid edilmesinden sonra da iyice artmıştır. Bu davranış, bazı yeraltı faaliyetlerinin neticesinde bir takım fikirler doğurmuş, fakat bu türlü fikirler tartışma ve inceleme sahasına çıkamamıştır. Bunların çoğu hilâfet etrafındaydı. Meselâ; hilâfetin seçimle değil, veraset yoluyla olması, Hz. Ali´nin sıfat itibariyle değil, şahsen Peygamber (S.A.V.)´in vasisi oluşu, Hz. Ebu Bekr ve Ömer´in, onun hakkı olan hilâfeti gasp etmiş olmaları, dolayısiyle bunların küfür ve laneti hak etmiş bulunmaları, Hz. Ali ve Fatıma vasıtasıyla onun zürriyetinden gelen İmamların günahtan masum oluşları, âhir zamanda hakkı yerine getirecek, bâtılı ezecek beklenilen bir mehdinin bulunduğu, bu dünyada iyiliği gerçekleştirecek İmamlarla şer liderlerinin tekrar döneceği (ric´at) gibi görüşler bunlar arasındadır.
İmam Zeyd, Medine´deki Ehl-i Beyt´in köşesinden çıkmış, bu fikirleri düzeltmeye çalışmış ve onları Ehl-i Beyt´in temiz insanlarının inandığı hakîkata döndürmek için faaliyete girişmiştir. Hz. Ebu Bekr ve Ömer hakkındaki görüşleri düzeltmiş, hilâfetin ancak veraset yoluyla Hz. Ali soyuna mahsus olmasını ileri süren görüşü kabul etmemiştir. Ancak o, halifenin Hz. Ali soyundan olmasının daha iyi olacağını, Hz. Ali´nin şahsen halife olmak için vasî tâyin edilmediğini, sıfatları itibariyle halifeliğe lâyık olduğunu ileri sürmüştür. Çünkü Hz. Ali, sahabîlerin en üstünlerinden biridir. Onun böyle oluşu, başkalarının halife olmasına engel teşkil etmez. Müslümanların menfaati gerektirirse, âdil ve hakka bağlı olmak şartıyla, bir başkası da halife olabilir. Bu itibarla Hz. Ebu Bekr ve Ömer´in halife oluşları, Zeyd´e göre yerindedir. Çünkü bunlar, hak ve adaletten ayrılmamışlardır.. Maslahat da, onların halife olmalarını gerektirmiştir. Gerçi Hz. Ali, Zeyd´e göre halifeliğe daha lâyık idi. Bu hususta sözü «el-Milel ve´n-Nihal» adlı eserinde Şehristanîye bırakalım :
«Hz. Ali, sahabilerin en üstünlerinden biridir. Ancak hilâfet, görülen maslahat´a ve riayet edilmesi gereken dinî bir kaideye uyularak, çıkmak üzere olan fitneyi yatıştırmak ve halkı gönül huzuruna kavuşturmak için Hz. Ebu Bekr ve Ömer´e bırakılmıştır. Çünkü, Hz. Peygamber devrinde cereyan etmiş olan savaşlar henüz unutulmamıştı. Emiru´l-Müminihin kılıcındaki Kureyş müşriklerinin kanı daha kurumamıştı. Halkın kalbinde öç alma ihtirası olduğu gibi duruyordu. Kalbler tamamiyle İslama yönelmemiş ve başlar tam olarak halifeye eğilmemişti. Maslahat, halifelik vazifesinin; yumuşaklık, sevgi, yaşça ilerlemiş olmak, İslama ilk önce girmiş bulunmak ve Peygamber (S.A.V.)´e yakınlık gibi sıfatlarla meşhur olan bir kimseye tevdi edilmesini gerektiriyordu.
«Görülüyor ki, Hz. Ebu Bekr ölüm döşeğinde iken Hz. Ömer´i işin başına geçirmek istediği zaman, halk yüksek bir sesle kendisine:«Başımıza, son derecede sert bir kimseyi mi tâyin ettin » diye itirazda bulunmuştu. Böylece halk, dinî şiddet ve salabeti ve düşmanlara karşı çok sert oluşu sebebiyle Hz. Ömer´in halife olmasına razı olmuyordu. Hz. Ebu Bekr ise, onları: Size en hayırlımızı tavsiye ediyorum» diyerek yatıştırmıştı.»
Bu söz gösteriyor ki, halifelik verasetle olmadığı gibi, sadece üstünlükle de değildir. Ancak, müslümanların maslahatı ve halifenin adaletli oluşu gözönünde tutulacaktır ki buna, «en üstün olmayanın halifeliğe getirilmesi» denir. Çünkü, yetenek ve adalet sahibi ise, umumî menfaat da onun seçilmesini gerektiriyorsa, halifelik makamı böyle birine verilir. Burada hakikî maslahat gözetilmiştir. Halifeliğin Hz. Ali ve onun evlâtlarına inhisar etmesini istiyen ve onlardan başkasının halife olamıyacağmı söyleyenler, burada farazi bir maslahatı ileri sürmektedirler, İmam Zeyd ise, adalet ve takva ile birlikte gerçek maslahatı gözönüne almakta ve farazi bir maslahata önem vermemektedir.
İmam Zeyd´den Ehl-i Beyt İmamlarının hatâdan masum olduklarına dair hiç bir rivayet yoktur. Esasen Zeyd´in bunun aksine kail olduğu bilinmektedir. Çünkü hatâdan masum olmayı (İsmet) fikrini kabul etmek, o İmamların bir vahiy ile Peygamber tarafından tâyin edilmiş olmalarını, ayrıca onların vereceği hükümlerin vahiy veya ilham mahsulü olmasını gerektirir. İmam Zeyd´e göre Peygamber, Hz. Ali´yi şahsı itibariyle vasi tâyin etmemiş, ancak onu sıfatlan itibariyle tavsiye etmiştir. Çünkü Peygamber (S.A.V.), kendisi bile içtihadında hatâdan masum değildir. Nitekim Bedir esirlerine yapılacak muamele meselesinde Allah, onun yanılmış olduğunu bildirmiştir.
Şüphesiz İmam Zeyd´in görüşü, İmamların hatâdan masum olmadıkları yönündedir. Fakat, îmam Zeyd´den sonra Zeydiye mez-hezine bağlı olanlar, şu dört kimsenin hatâdan masum olduğunu kabul etmişlerdir:
1 Hz. Ali, 2 Hz. Fatıma, 3 Hz. Hasan, 4 Hz. Hüseyin. Çünkü Hz. Peygamber, şu âyeti kerimeler nazil olduğu zaman hı-ristiyanlarla karşılıklı beddua (mübâhele) meselesinde bunları anmıştır: «Muhakkak ki İsa´nın hali de Allah indînde Âdem´in hali gibidir. Allah, onu topraktan yarattı, sonra «ol» dedi. O da oluverdi. Hak Rabbindendir. Öyle ise şüphecilerden olma; artık sana İlim geldikten sonra, kim seninle onun hakkında çekişirse de ki: gelin, oğullarımızı ve oğullarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı, kendimizi ve kendinizi çağıralım. Sonra birlikte dua ederek, Allah´ın lanetinin yalancıların üstüne olmasını istiyelim.»[22]
Hz. Peygamber, bu duasında onları andığına göre bunlar masumdurlar. Ehl-i Beytin diğerlerine nisbetle bunların üstünlükleri meydandadır. Çünkü bunları Peygamber (S.A.V.), kendisinin yerine koymuştu. Hz. Ebu Bekr ve Ömer (R.A.)´in İmametini tanımıyan ve Zeydiyye mezhebine mensup olan bazı şiîlere göre bir beklenilen mehdi vardır. Onlar, bu görüşlerine, Ehl-i Beyt´in hususi bir meziyeti olduğunu, hilâfetin veraset yoluyla olacağını ve gizli bir İmamın bulunacağını da ilâve ederler. Bu fikirlerini Hz. Ali´den rivayet edilen «Mutlaka Allah´ın açık veya gizli hüccetle kaim bir İmamı vardır» sözü ile desteklemeye çalışmaktadırlar. Gizli İmam, Allah´ın dilediği sürece yaşar ve nihayet O´nun izniyle ortaya çıkıp hakkı ilân eder ki, işte ona «muntazar (beklenilen) mehdi» denilir.
İmam Zeyd, gizli İmam görüşüne cevaz vermezdi. Ona göre İmamın kendisi için bir davetçisi bulunacak ve İmam gizli olmayacaktır. Dolayısiyle muntazar mehdî tasavvuru yersizdir. İmam Zeyd´e göre geri dönme (ric´at) da yoktur. Ancak ölüleri, Allah kıyamet günü tekrar diriltecek, hesaba çekecek, onların ceza veya mükâfaatlarını verecektir.
İşte İmam Zeyd´in görüşleri bunlardan ibarettir. Fakat Cârûdiye mezhebine mensup olanlar, İmam Muhammed b. Hasan ki buna, «En-Nefsüz-Zekeriyye» adı verilir ve Ebu Ca´fer el-Mansur tarafından öldürülmüştür; Zeydiyye Mezhebine göre İmam Zeyd´ln halifelerinden biridir mehdî olarak geri dönecek, zulüm ve haksızlıkla dolu olan yer yüzünü İslah edip adaletle dolduracaktır, demişlerdir.
Cârûdiyyo mezhebi mensupları, İmam Zeyd´e sadece´ mehdîlik ve ric´at görüşünde muhalefet etmemişler, aynı zamanda Hz. Ebu Bekr ve Ömer (R.A.)´in halifeliğini desteklemesine de muhalefet ederek, onların İmametini tamirüamamışlardır. Bunlara rağmen kendilerini Zeyd´iyye mezhebine bağlı göstermişler ve. bu mezhebin bir kolunu teşkil ettiklerini ileri sürmüşlerdir.
Yukarıdaki ifadelerden anlaşıldığına göre îmanı Zeyd, bir İmamın kendisi için İmametinin doğruluğunu tasdik eden bir davetçisi olmasını şart koşmuştur. Bu görüş, şu iki düşünceden doğmaktadır:
1 İmamın, isterse Hz. Ali´nin Fatıma´dan gelen evlâtlarından olması daha efdal olsun söz sahibi müslümanlar tarafından seçilmesi şarttır. Yalnız onlar, bu hususta maslahatı gözetmelidirler. Bu seçim işi, ancak halifeliği istiyen kimsenin kendisinin halife olduğnu ilân etmesiyle tamamlanır.
2 Hilâfet, yukarıda da belirttiğimiz gibi, sırf verasetle olmaz. Az önce söylediğimiz gibi, halifenin, efdal olma bakımından Hz. Ali´nin Fatıma´dan gelen evlâtlarından olması şartıyla birlikte, bir davetçisi bulunmalıdır. Ona göre hilâfet, veraset veya vasiyet yoluyla olsaydı, istemese dahi kırallık gibi veraset veya vasiyet yoluyla İmam´ın kendisine intikal edecekti. İmam Zeyd, İslâm Hilâfetinin veraset yoluyla olacağı görüşünü reddetmiş, Fatıma zürriyetinden gelen İmamlığa lâyık kimsenin kendisini ortaya atmasını şart koşmuştur. Ta ki halk, onun halife olmasındaki maslahatın derecesini bilsin ve onunla kendisini halifeliğe namzet kılacak olan diğer bir kimse arasında, hangisinin bu işe daha elverişli olduğunu tâyin etmek için bir karşılaştırma yapabilsin.
İmam Zeyd´e göre hilâfetin, Hz. Fatıma evlâtlarından halifeliği açıkça istiyenlere verilmesi daha üstündür. Bunların Hz. Hasan veya Hz. Hüseyin neslinden olmasında bir fark yoktur, işte Zeyd´iyye mezhebi bu noktada İmamiyye mezhebinden ayrılmaktadır. Zira, İmaraiyye mezhebine bağlı olanlar, İmametin Hz. Hüseyin´in neslinden birine ait olduğunu şart koşmaktadırlar.[23]
2- Usûlu´d-Dln (Akaîd)´e Dalr Görüşleri
İmam Zeyd, çağdaşı olan Vâsıl b. Atâ´ gibi şahıslarla görüşmüş-. tür. O devirde Mu´tezilenin reisi olan Vâsıb b. Atâ´ ile Basra´da karşılaşmıştır. Şehristanî, Zeyd´in Vâsıl´dan ders aldığını iddia etmekte ise de, biz, kendisinin yaşıtı olan Vâsıl ile itikadı meseleler, cebr ve ihtiyar konulan, o devirde bir çok tartışmalara sebep olan büyük günâh (kebire) işliyen kimselerin durumu hakkında müzakerelerde bulunduğu kanısındayız. Dolayısiyle, İmam Zeyd´in itikadı görüşlerinin bir kısmı Mu´tezile görüşlerine yaklaşır. Hattâ bazı görüşleri, tamamen onların görüşleriyle birleşir.
O çağda bir çok tartışmalara yol açan ilk mesele, büyük günâh işliyen kimsenin kâfir mi, fâsık mı, münafık mı, yoksa îmanı bütün bir mü´min mi olduğu meselesidir. Bu meseleyi, Hz. Ali ile Muaviye arasında cereyan eden hakem tâyini sebebiyle Haricîler ortaya atmış, hakemi kabul edenlerin kâfir olduğunu, çünkü hükmün ancak Allah´a ait bulunduğunu, büyük günâh işliyenlerin küfre gittiğini bağırarak ilân etmişlerdir.
îşte bilginler, bu görüşü tetkik etmişlerdir. Hasan el-Basri, büyük günah işliyenin münafık olduğunu, zira içi dışına uymadığını söylemiştir. Bilginlerin büyük çoğunluğu onun fâsık olduğunu ve işinin Allah´a kaldığım ileri sürmüştür. Mürcîe mezhebindekiler, îman olduktan sonra günâhın hiç bir zarar vermiyeceğini, nitekim küfürle ibadetin de hiç bir fayda sağlamıyacağını ortaya artmışlardır, Mu´tezile ise, büyük günâh işliyenin «menziletu´n beyne´1-menzileteyn» (iki menzil arasında bir yer) de, tevbe etmediği takdirde de ebedî olarak cehennemde kalacağını söylemiştir, işte İmam Zeyd, büyük günâh işliyenin iki menzil arasında bir yerde kalacağı görüşüne katılmış, fakat onun ebedi olarak cehennemde kâlmıyacağmı, belki günâhı kadar Allah´ın ona azab vereceğini kabul etmiştir.
Görüyoruz ki bu konuda İmam Zeyd´in mezhebi orta yolu teşkil etmektedir. O, Haricîlerin ifratına, Mürcienin tefritine düşmemiş ve Hasan el-Basri´nin görüşüne yaklaşmıştır. Zeyd´in esas mezhebi, İmanın sabit bir gerçek oluşudur, İman bulunduğu takdirde zarurî olarak amel de bulunacaktır. Amelin bulunmayışı İmanın yokluğunu gösterir. Fakat, amelsiz bir kimse müslüman olabilir. Ebedî azab, ancak açıkça kâfir olanlar içindir.
İmanın ameli gerektirmesi görüşü, bazı şarklı filozofların şu görüşleriyle birleşmektedir: Bu filozoflara göre, hakikati araştırmaktaki ihlas, kişiyi doğru bilgiye ulaştırır. Doğru bilgi de gerçek İmanı meydana getirir. Gerçek İman ise zarurî olarak iyi ameli ve güzel ahlâkı gerektirir. Bunların hepsi doğru bir çizgi üzerindeki noktalardır; ihlas ile başlar, iyi amel ile sona erer.
İmam Zeyd devrinde kader, cebr ve İhtiyar (irade) meseleleri üzerinde tartışmalar oluyordu. Bu konularda birbiriyle çarpışan fırkalar doğmuştu. Cehmiyye fırkasına göre insanın hiç bir irade ve hürriyeti yoktur. Aksine insan, fiillerinde rüzgâr karşısındaki tüy gibidir. Fiillerin insana nisbeti hakiki olmayıp onunla birlikte bulunması itibariyledir. Meselâ, falan öldü, ekin´bitti, su aktı, ağaç sallandı, meyve olgunlaştı vs. diyoruz. Bu gibi şeylerin kendilerine nisbet edilen fiillerde hiç bir seçme iradesi yoktur. Buna göre kadere kayıtsız şartsız teslim olmak gerekmektedir.
Bunların yanı başında kaderi büsbütün inkâr eden Kaderiyeciler bulunmaktadır. Onlara göre insan her istediğini yapacak bir hürriyete sahiptir. Allah´ın mülkünde istemediği şeyler olabilir. Allah ezelde hiç bir şeyi takdir etmemiştir. Aksine O, şeyleri, meydana geleceği zaman takdir eder.
İmam Zeyd, bu görüşleri incelemiş, birincisinin teklifin iskatına sebep olduğunu, çünkü teklifin ancak irade ve ihtiyar üe olacağını, ikincisinin de Allah´ın ezeli İlim ve takdirini kaldırarak, «Allah her[24]şeyi hakkıyle bilir, Herşey O´nun yânında bir ölçü iledir. O, görüneni de görünmeyeni de bilen, büyük ve yüce olandır»[25] âyetleri gibi Kur´an´m kesin nass´lanna muhalefet etmekte olduğunu görmüştür.
O, bunları inceledikten sonra hem teklifi ortadan kaldırmıyan, hem de Allah´ın yüce sıfatlarını mânasızlaştırmıyan bir görüşe varmış ve kaza ile kader´e İmanın vacip olduğunu kabul etmiştir. İnsanın taat ve isyanda hür ve irade sahibi olduğunu, isyanın Allah´ın iradesine aykırı olarak yapılmadığım, ancak Allah´ın onu sevmediğini ve rızâ göstermediği halde murad ettiğini ileri sürerek, irade ile sevme ve rızâ göstermeyi birbirinden ayırmıştır. Ona göre, ma´siyet (günâh)´i insanlar, Allah´ın irade ve kudretinin sınırlan içinde işlemektedir. Fakat Allah, kullarının bu fiillerini sevmemekte ve onlara razı olmamaktadır. Çünkü «Allah kulları için küfre razı olmaz»[26]
İnsan, fiillerini, Allah´ın iradesi ile ona verdiği bir kuvvet sayesinde yapmaktadır. Kul, taat olsun isyan olsun, yaptığı şeyi kendi isteği ile yapmaktadır; fakat Allah, onun isyanına razı değildir.
İşte bu görüş, Ehl´i Beyt İmamlarına ait bir görüş olup Mu´tezile görüşünden esaslı bir şekilde ayrılır. Mu´tezile mensupları, Allah´ın iradesiyle emrini birbirinden ayırmazlar. Ona göre AHah bir şeyi emrettiği halde, kul onun aksini yaparsa bu iş Allah´ın iradesine aykırı yapılmış olur; dolayısiyle âsi insanların fiilleri Allah´ın iradesi olmaksızın yapılmaktadır.
Zeyd ve diğer Ehl-i Beyt İmamlarına göre ise Allah´ın iradesi emrinden ayrıdır. Kullar, Allah´ın emrine O´nun iradesiyle âsî olmaktadırlar. Fakat, sevme ve nzâ gösterme emirden ayrılmaz. Dolayısiyle âsîler, emre aykırı hareket ettiği zaman, sadece Allah´ın sevmediği ve razı olmadığı bir şeyi yapmış olurlar. Emir, rızâ ve sevmenin delilidir, iradenin delili değildir.
îmam Zeyd´in çağında «Bedâ» konusunda da münakaşalar yapılmıştır. Şöyle ki: Muhtar es-Sakafî, kâhinlerin yaptığı gibi, kafiyeli sözler dizer, gelecek olayları bildiğini iddia eder, olaylar onun söylediği tarzda meydana gelmediği zaman Rabbmız´a bedâ oldu derdi. Burada O´nun bedâ´dan maksadı, Allah´ın ilminin değişmesidir. Bu görüş, Allah´ın ezelî ilmini inkâr edenlerin görüşüne yakındır. Zira onlar, Allah´ın ilmini kabul etseler de, onun değişebileceğini söylemişlerdir ki bu, Allah´ın ilmini inkâra yaklaşmaktadır.
İmam Zeyd, bütün bunlara muhalefet etmiş, Allah´ın ilminin ezeli olduğunu beyan ederek herşeyin O´nun takdiriyle meydana geldiğini, Allah´ın ilminin değişmesinin O´nun için bir eksiklik olacağını açıklamıştır. Allahu Teâlâ, kulların yapacağı ve onların başına gelecek herşeyi Levh-i mahfuz´unda yazmıştır. Onun ezelî ilmi ile ezelî ve ebedî iradesi, kulun irade ve hürriyet sahibi olmasına aykırı1 düşmez.
Ona göre duâ takdiri değiştirmez. Fakat onu.açığa çıkarır. Çünkü AHah, ezelî ilminde duâ ve ona icabeti takdir buyurmuştur. «Allah dilediğini mahveder, dilediğini durdurur»[27] âyeti, O´nun hür irade ve ihtiyarının her şeyi ezeceğini, hiç bir şeyin bunların üzerinde olamıyacağûıi; dolayısiyle Allah´ın ifadesinin üstünde hiç bir iradenin bulunmadığım ve O´nun ilminin her şeyi kuşattığını gösterir.
İşte bu görüş İmamiyye mezhebine bağlı olan birçoklarının görüşüne uygundur. İslâm bilginlerinin büyük çoğunluğu da bu kanaattadar.
Allah, her şeyi kuşatıcıdır.[28]
İmam Zeyd´in Fıkhı
İmam Zeyd hem fakih, hem muhaddis, hem de Kur´an´ın kıraat ilmine vâkıftı. Yani, 9nun hem bilginler, hem de kıraat ehli arasında bir yeri vardır. Hattâ tarihçilerin, onunla. Hişam´m askerleri arasında meydana gelen savaşı, «muhaddislerin,fakîhlerin ve kıraat bilginlerinin savaşı» diye vasıflandırdıklarını görmekteyiz.
Onun fıkıh ve hadîsini talebeleri nakletmişlerdir. Fakih ve mu-haddisler içerisinde en çok talebesi olan odur. Medine´de fıkıh ve hadis öğrenmek isteyenler ona başvururlardı. Nitekim kendisinden önce babası ve kardeşi de aynı durumda idiler. Zeyd Irak, Basra, Küfe ve Vâsıt gibi şehirlerde dolaşmış, buralarda bulunan talebe, bilgin ve kırat ehli ile müzakerelerde bulunmuştur.[29]
El-Mecmu´ Adli Eserî
Talebelerinden biri, ondan rivayet ettiği şeyleri iki kitap halinde toplamıştır:
1 Mecmu´ul-Hadîs
2 Mecmu´ul-Fıkıh
Bu iki kolleksiyona ortaklaşa «el-Mecmu´ul-Kebîr» adı verilmiştir. Bunları kitap halinde toplayan talebesi, Ebu Hâlid Amr. b. Hâlid el-Vâsıti´dir. Hâşimilerden birinin azatlısı olan bu zat, Hicri II. asrın II. yarısında ölmüştür. Ebu Hâlid, bütün seyahatlarında îmam Zeyd´in yanından ayrılmadığı gibi Medine´de kaldığı müddetçe de onun yanından uzun zaman ayrılmamıştır. Böylece o, Zeyd´in diğer talebelerine nisbetle kendisinin yanında en çok bulunan bir talebesi olmuştur.
Zeydiyye mezhebine mensup olan bir çok bilginler, el-Mecmu´ul-Kebîr´i îmam Zeyd´in bir eseri olarak kabul etmişlerdir. Fakat, onların bazıları ve özellikle Zeydiyye mezhebinden olmayanların çoğu bu kitabı tenkit etmişlerdir. Onların tenkidleri şu noktalara dayanmaktadır :
1 __ Ebu Hâlid, bazı büyük hadis bilginleri tarafından uydurmacılıkla itham edilmiştir. Meselâ, Nesâi, onun hakkında; «Güvenilmez, onun hadisi kabul edilmez» demiş. Ehl-i Beyt´i övmekte aşırı gitmekle itham etmiş ve rivayet ettiği bazı şeylerin zayıf olarak tesbit edildiğini ileri sürmüştür.
2 el-Mecmû´u, Ebu Halid yalnız başına rivayet etmiştir. Eğer el-Mecmu´, îmam Zeyd´e ait olsaydı bu herkesçe bilinirdi ve îmam Mâlik´in Müvatta´ı gibi onun da bir çok râvileri olurdu.
3 Zehebi, el-Mecmu´da Hz. Ali´den rivayet edilen bazı hadislerin ona nisbet bakımından sahih olmadığının tesbit edildiğini, bu suretle Ebu Hâlid´i tenkit edenlerin haklı olduğunu söylemiş ve onun bütün rivayetlerinden şüphe edilebileceğini iddia etmiştir. el-Mecmu´a yönetilen en şiddetli tenkidler, kısaca, bunlardır.
el-Mecmu´a itimat gösterenler bu tenkidleri reddetmişlerdir; Ebu Hâlid´in, Zeydîlerin büyük çoğunluğu tarafından güvenilen bir şahıs olduğunu, bazı hadis bilginlerinin ondan rivayetler yaptığını, ona yöneltilen tenkidlerin umumî bir ifade taşıdığını, böyle umumî bir ifade taşıyan ve belirli bir sebebe dayanmayan tenkidlerin bütün bilginlerce hiç bir değeri olmayağını söylemişlerdir. Zira bir kimseyi, birisi fâsıklıkla itham etse ve bunu bir sebebe dayandıramasa ithamı kendisine döner; gerçekte itham ettiği kimse değil, kendisi fâsık olur. Bir tenkit için ileri sürülen sebeplerin bulunmadığı vesikalarla isbat edilirse, o tenkit hükümsüz kalır. Meselâ, birisi bir kimseyi namazı terketmekle itham etse, bir başkası da onun namazı terketmediğini söylese, ikincisinin sözüne itibar edilir. Bu esasa göre, Ebu Hâlid´e yöneltilen tenkidler muteber değildir.
Ebu Halid´i, Ehl-i Beyt´i övmede aşın gitmekle itham etmek de yersizdir. Çünkü, bu itham mezheb taassubuna dayanmaktadır. Mez-heb taassubuyla bir râvi tenkit edilemez. Bundan başka Zeydiler, onun Ehl-i Beyti övmede aşın gitmesini tenkid değil, tezkiye olarak kabul ederler. Ebu, Hâlid, kendisinin bu noktadan itham edildiğini duysa, «bunu, töhmet değil, iddia etmediğim bir şeref sayarım» derdi.
Şafiî, Kaderiyye mezhebine göre »kader» konusunda söz söyleyen bazılarından rivayetler yapmıştır. «Bunu bid´at saydığın halde bir kaderiyyeciden nasıl rivayette bulunuyorsun » diye kendisine sorulduğunda Şafiî şu cevabı vermiştir´: «Kaderiyyeci olan İbrahim´i, sözünü tesbit etmek suretiyle, bundan sonra yalan söylemekten alıkoymak benim için daha iyidir.»
Ebu Hâlid´in, el-Mecmu´u yalnız başına rivayet etmesini ele alarak ileri sürülen tenkit de reddedilmiştir. Çünkü, onu yalnız başına toplayıp kitap haline getirmesi, bu kitapta olanları başkalarının bilmemesini gerektirmediği gibi, İmam Zeyd´in talebeleri de onun ölümünden sonra memleketin her tarafına dağılmışlardı. Dolayısıyla onlardan birinin bu işi yalnız başına yapması tuhaf bir şey değildir. İmam Zeyd´in talebeleri, bilhassa oğulları bu eseri görüp okudukları zaman kabul etmişlerdir. Böylece bu eserin bir kişi tarafından meydana getirilmesi iddiası kendiliğinden değerini kaybetmiştir. Esasen öteki mezheblerin fıkhını tedvin edenler de bu işi tek başlarına yapmışlardır. Meselâ, İmanı Muhammed b. el-Hasan eş-Şeybânî, Irak fıkhını «Zâhir-i Rivaye» adı yerilen altı kitabında yalnız başına toplamıştır. Bu altı kitap şunlardır:
1 el-Asl
2 eş-Şerh´us-Sagîr
3 eş-Şerh´ul-Kebir
4 Es-Siyer´us-Sagîr
5 es-Siyer´ul-Kebîr
6 ez-Ziyâdât.
Halbuki İmam Muhammed, Ebû Hanîfe´nin yanında dört seneden fazla kalmamıştır. Öte yandan Ebu Hanife´nin yanında daha fazla kalan ve yaşça İmam Muhammed´den daha olgun olan birçok talebeleri de vardı.
el-Müdevvene´yi de İmam Malik´ten Abdusselam Sahnun (160-240 H.) rivayet etmiştir. Sahnun, bunu, İmam Mâlik´i hiç görmediği halde onun talebesi Abdurrahman b. el-Kâsım´dan rivayet etmiştir. Şafiî´nin eski kitaplarını Bağdat´ta yalnız başına Za´ferânî rivayet etmiştir. Şafii´nin yeni kitaplarını da Fustat (Mısır) da Rabî´ b, Süleyman el-Murâdî tek başına rivayet etmiştir.
Üstelik bilginler, el-Mecmu´u her devirde kabul etmişlerdir ki bu, bütün şüpheleri kaldırmaya kâfidir. Çünkü bilginlerin, kesin bir delil bulunmadan bir şeyi kabul ettiklerini ileri sürmek, eskilerin İlimlerini yeni nesillere ulaştıran ilmi silsileyi yıkmak demektir.
eî-Mecmu´u, Hz. Ali´den rivayet edilen ve ona nisbet bakımından sahih olmayan hadisleri ihtiva ediyor, diyerek tenkid etmek de sağlam bir temele dayanmamaktadır. Çünkü, sahih olmadığı ileri sürülen bu hadislerin, Hz. Ali´den veya başkalarından rivayet edildiği, hadis kitaplarında da sabittir. İddianın yerinde olmasını sağlamak için şöyle söylemelidir: el-Mecmu´da rivayet edilen hadislerin tamamının değil, pek azının sahih olmadığı sabit olmuştur. Bu da ondaki hadislerin tümünün tenkid edilmesini gerektirmez. Nasıl ki isnad bakımından hadis kitaplarının en sağlamı olan Sahîhu´l-Buhârî´de bile sıhhati tesbit edilemiyen bazı hadisler vardır; Fakat bu, Sahihu´l-Buhârî´nin tümünü sıhhat bakımından tenkid etmeyi gerektirmemektedir.[30]
El-Mecmu´ Nasıl Yazıldı
Kanaatımıza göre el-Mecmu´, şu üç şekilden birine göre tedvin edilmiştir:
1 Onu, İmam Zeyd kendi kalemiyle yazmış, Ebu Halid dö nakletmiştir.
2 İmam Zeyd, onu Ebu Halid´e yazdırmıştır. İmam Şafii´nin el-Umin adlı kitabının bazı bölümlerini talebelerine yazdırması gibi.
3 Ebu Hâlid, İmam Zeyd´den rivayet ettiği hadis ve fıkıh mecmualarını sonradan bir tertibe sokarak kitap haline getirmiştir.
Biz, birinci şekli makul bulmuyoruz. Çünkü, o çağda böyle tedvin usûlü mevcut olmadığı gibi, Ebu Hâlid de böyle bir iddiada bulunmamış olup el-Mecmu´un durumu da bu şekilde yazıldığını göstermemektedir. İkinci şekli de kabul edemeyiz. Çünkü, el-Mecmu´un metinleri buna muhalif görünüyor. Ayrıca bu metinler, Ebu Hâlid´in onları imlâ (yazdırma) yoluyla değil, rivayet yoluyla tedvin ettiğini göstermektedir. Bunun içindir ki biz, üçüncü şeklin akla uygun olduğunu kabul ediyoruz. Nitekim el-Mecmu´un ifadeleri de bunu desteklemektedir. Meselâ, el-Mecmu´da rivayet edilen hadislerin başında «Zeyd b. Ali bana anlattı...», fıkıh meselelerinde de, «Zeyd b. Ali´ye sordum» denilmektedir.
Zeydiyye İmamlarının ifadeleri, Ebu Hâlid´in, el-Mecmu´u toplayarak tedvin ettiğini göstermektedir. îmam Ebu Tâlib en-Nâtık Bilhak, «el-Mecmu´u, Ebu Hâlid´in topladığı ve Zeyd b. Ali´den rivayet ettiği herkesçe bilinmektedir» derken bu konuda gerçeği söylemiştir. Onun bu ifadesi, el-Mecmu´un İmam Zeyd tarafından ne imlâ edildiğini, ne de tedvin edildiğini göstermektedir. Ancak, Ebu Hâlid tarafından toplanarak kitap haline konulduğunu açıkça anlatmaktadır.
Mısır´da basılmış olan el-Mecmu´ bir hadis ve fıkıh mecmuasından ibaret olup tertibi fıkıh kitaplarının tertibine uymakta, «taharet» bahisleriyle başlayıp «ibâdet» ve «büyü» (yani:alım-satım) bahisleri gibi fıkıh kitaplarının bölümlerini içine almaktadır. Hadisler, her bölümde, îmam Zeyd´den rivayet edilen fıkıh bahisleriyle mezcedilmiştir.
Burada okuyucunun hatırına şöyle bir soru gelebilir: el-Mecmu´daki bu tertibi Ebu Hâlid mi, yoksa ondan sonrakiler mi yapmıştır veya Ebu Hâlid´den sonra gelenler bu kitabın metnini değiştir-meksizin sadece yeniden mi tertip etmişlerdir Nitekim İmam Muhammed b. el-Hasen eş-Şeybânî´nin kitaplarını bazı râvîleri yeni bir tertibe sokmuşlardır. Bu soruya şöyle cevap verebiliriz: Ebu Hâlid´in talebesi Nasr b. Muzâhim, el-Mecmu´u bölümlere ayrılmış olarak almıştır. Bilginlere göre onu bölümlere ayıran Ebu Hâlid´dir. Elimizde bu görüşü bozacak kesin bir delil olmadığına göre aynen kabul etmek mecburiyetindeyiz.
Fakat tarihçilerin anlattığına bakılırsa, önceleri biri hadis, diğeri fıkıh olmak üzere el-Mecmu´ müstakil iki kitap halinde idi. Bugün basılmış olan el-Mecmu´da bu iki kitap birbirine mezcedilmiştir. Bu, kitabın Ebu Hâlid devrinde bölümlere ayrılmadığını göstermez- mi Böyle bir şüpheyi gidermek için Ebu Hâlid´in önce ayrı ayrı tedvin ettiği bu iki kitabı, sonradan kendisinin birbirine mezcettiğini, veya onu, mevcut tertibe göre ayn ayrı tedvin ettiği halde, sonrakilerin birleştirdiğini söylemek mümkündür. Biz, birinci şıkkı daha doğru buluyoruz; çünkü hadisler fıkıhla mezcedümiş olup her bölümde önce hadis, sonra fıkıh zikredilmiş değil; aksine aynı konuda hadis ve fıkıh, karışık olarak, yer almıştır.[31]
İmam Zeyd´in Fıkıh Ve Hadîsinin Genel Görünüşü
El-Mecmu´ kitabındaki rivayetlere bakılacak olursa, bunların hepsinin EhH Beyt yoluyla yapıldığı anlaşılır. Bu kitapta «Zeyd b. Ali babasından, o da dedesi Hz. Ali vasıtasıyla Peygamber (S.A.)´den rivayet etti» veya «Peygamber (S.A.) şöyle buyurdu» denilmektedir. Bu ifade, el-Mecmu´daki bütün hadislerin Ehl-i Beyt yoluyla geldiğini anlatmakla beraber, Zeyd´in sadece Ehl-i Beyt´ten hadis rivayet ettiği mânâsına gelmez. Çünkü, onun ve kendisinden önce babasının Tabiîlerden hadis ve İlim öğrendikleri, Tabiilere karışarak onlarla ilmi alış-verişte bulundukları bir gerçektir. Şüphesiz Zeyd, Ehli Beyt´ten başka yollarla yapılan rivayetleri de biliyordu. Burada şöyle bir soru hatıra gelebilir: Niçin Zeyd, sadece Ehl-i Beyt´in rivayetlerini nakletmiştir Bunun cevabı şu olabilir: O, kaybolup unutulmasından korktuğu için, Ehl-i Beyt´in hadislerini neşretmede daha çok titizlik göstermiştir.
el-Mecmu´da îmam Zeyd yoluyla rivayet edilen hadislerle, Sünnet´te sabit olan hadisler arasında ince bir karşılaştırma yapılırsa, sahih hadis kitaplarında rivayet edilen şaz hadisleri el-Mecmu´da görmek mümkün olmaz. el-Mecnlu´ ul-Kebîr üzerine *Ravd´un-Naldîr»[32] adlı şerhin yazarı böyle bir karşılaştırma yapmış, el-Mecmu´da geçen her hadis için bütün müslümanlarca bilinen hadis kitaplarından en az bir kaç tane delil bulmuştur.
Bu sebeple Zeydîler, bütün hadis kitaplarındaki sahih hadisleri kabul edip delil olarak alırlar. Kendileriyle Ehl-i Sünnet âlimleri arasında bir fark gözetmezler. Dolayısıyla onlar, nasıl kendi mezheble-rinden adaletli olanların rivayetlerini kabul ediyorlarsa, aynı şekilde adaletli oldukları sabit olan muhaliflerinin rivayetlerini de kabul ederler. Buna mukabil îmamiyye mezhebine bağlı olanlar, kendi râvüeri ile başka mezheblerin râvilerini ayrı tutup muhaliflerinin, adaletli dahi olsalar, rivayetlerini kabul etmezler. Hal böyle iken bazan onların, kendi mezheblerinden olan fasık kimselerin rivayetlerini dahi kabul ettikleri görülmüştür.
Zeydiyye fıkhı diğer dört mezhebin fıkhına çok yakındır. Biz, el-Mecmu´dan bazı örnekler alıp dört mezhebin görüşleriyle bir karşılaştırma yaptıktan sonra, Zeydiyye mezhebi ile dört mezheb arasındaki yakınlık ve benzerliği, sadece meseleleri halletmekte değil, meselelerin dayandığı esaslarda da tesbit ettik. Bunun sebebi, şüphesiz hepsinin görüşlerinin ortak kaynağı Allah´ın Kitabı ve Peygamberi (S.A.) nin Sünneti oluşudur. Ayrıca bu durum, İmam Zeyd´in ve onun yolundan gidenlerin, Tabiiler asrı ile onları takip eden asırdaki ekseri İslâm âlimlerinin yolundan uzaklaşmamış olduklarını göstermektedir.
Kısaca, İmam Zeyd´den nakledilen haberler, umumi olarak diğer fakihlerin görüşlerine uygundur. Bu haberler, bazı İmamların görüşlerine aykırı düşse bile, bütün İmamların görüşlerine aykırı düşmemektedir.
İmam Zeyd´in hüküm çıkarma metodu da Ebu Hanife, Abdurrahman b. Ebi Leylâ Osman el-Bettî, İbni Şubrume, Zührî gibi Medine vç Irak´ta bulunan çağdaşı fıkıh ve hadis İmamlarının metoduna yakındır. Zeyd, Kitap ve Sünnete dayanırdı. Bunlarda bir nass bulamadığı zaman re´yi ile ictihad yapardı. Hz. Ali´nin kendi re´yine dayanmayan sözlerini Sünnete dahil ederdi. Fakat, bazan Hz. Ali´den rivayet edilen şeylere muhalefet ettiği de olurdu. Meselâ, yetimlerin mallarından zekât verilmesi hakkında Hz. Ali´den riva; et edilen görüşü kabul etmemiş, yetimlerin mallarından zekât almmıya-cağmı ileri sürmüştür. Aslında o, Hz. Ali´nin, yetimlerin mallarından zekât alınacağına dair verdiği fetvanın ona nisbetini kabul etmemiştir.
Bununla beraber Zeyd´in fıkhı hükümler çıkarırken kendisine göre ayrı bir metod takip ettiği bilinmemektedir. Esasen, onun metodunu açıkça ortaya koymaması, o devir için normaldir. Çünkü o çağda fıkıh, ortaya çıkan meseleler için fetva vermekten ibaretti. Hiç bir İmam, hüküm çıkarmadaki metodunu açıkça ifade etmemişti. Ebu Hanife, Mâlik, Ebu Yusuf, Muhammed b. el-Hasen, el-Evzâî ve diğerleri de hüküm çıkarırken bağlı oldukları metodlari açıklamamışlardır. Bunların metodlari, daha sonra kendilerinden rivayet edilen meselelerden istinbat edilmiştir.
İmam Zeyd´den sonra gelen ve onun mezhebine bağlı olan müctehidler de, ondan rivayet edilen meselelere dayanarak bazı esaslar tesbit etmişler ve bunlara «Zeydiyye Fıkhının Usûlü» adını vermişlerdir.
Zeydiyye İmamları, ekseri fakihlerin kabul ettiği metodlari benimsemişlerdir. Onlar da önce Kitab, sonra Sünnetle hüküm vermişler. Kitab ve Sünneti derecelere ayırmışlardır. Meselâ, Peygamber (S.A.)´in fiil ve takrirlerini derece bakımından sona bırakmışlardır. Çünkü, açık ifadelerin şer´î hükümleri göstermesi, diğerlerinden daha kuvetli ve daha kesindir.
Onlar, Kitab ve Sünnet´te nass bulamadıkları takdirde Kıyasa baş vurmaktadırlar. İstihsan ve Masâlih-i Mürseleyi de Kıyasa dahil etmişlerdir[33]. Bunlardan sonra akıl gelir. Aklın iyi gördüğü şeyleri yapmak ve kötü gördüğü şeylerden de sakınmak, dinin istediği hususlardır. Önceki delillerden biri bulunmadığı zaman bu yola başvurulur.[34]
İmam Zeyd´e Göre Aklın Görevi
Burada, Zeydiyye mezhebindeki aklın rolüne işaret edeceğiz. Bu mezheb akaid ve ´şer´i hükümlerde akla en büyük yetkiyi tanıyan Mu´tezile mezhebine yaklaşmaktadır. Mu´tezilîler, iyi ve kötü şeyleri bilmede aklın tam bir yetkiye sahip olduğunu, onun iyi gördüğü şeylerin yapılması gerektiğini, terkedildiği takdirde cezayı icap ettiğini, kötülüğüne hükmettiği şeylerden kaçınılmasını, bunlar yapıldığı takdirde cezayı mucip olduğunu ileri sürmüşlerdir. Onlara göre her iki haldeki ceza da âhirete aittir. Akıl, nass bulunmayan yerde kayıtsız şartsız hüküm vermeye selâhiyetlidir. Böylece onlar, kıyası, istihsanı ve hakkında nass bulunmayan meselelerle ilgili olan diğer istinbat vâsıtalarını hiçe saymakta ve sadece akla dayanmaktadırlar.
Zeydîler de bu mezhebe sarılmışlar ve şeylerin iyi veya kötülüğüne hükmetmede akim yetkili olduğunu; dolayısıyla emir, nehiy, sevap ve cezanın buna bağlı bulunduğunu kabul etmişlerdir. Fakat, nass´lardan sonra doğrudan doğruya akla başvurmamışlar; onu ic-ma1, kıyas, istihsan ve masâlih-i mürselden sonraya bırakmışlardır. «el-Kâşif fi´I-Usûl» yazarı, bu konuda şöyle demektedir» :
«Kitab, Sünnet, İcma´, Kıyas ve benzeri şer´î bir delil bulunmadığı zaman delİlimiz akıl olur. Dolayısıyla, başka delil bulunmazsa akılla amel etmek gerekir. Yani,bir;şeyin iyi veya kötü olduğunu akıl tâyin eder. Yalnız, akılla amel etmenin şartı, şer´i delilin bulunmamasıdır»[35].
Zeydiyye mezhebine göre, yukarıda işaret ettiğimiz gibi, masâlih-i mürsele de kıyasın bir çeşidi olup şer´î delillere dahildir. Bu itibarla, mücerret aklî delil için bir saha bırakılmamış oluyor. Çünkü bütün meseleler; nasşları, icma´ konusu olan hususları, bütün çeşitleriyle, kıyası, maslahatı celbetme ve mazarratı defetme gibi şeriatın genel amaçlarını içine alan bir şer´î delilin hükmüne bağlanmış oluyor.[36]
İmam Zeyd´den Sonra Zeydiye Fıkıhının Durumu
Çeşitli sebepler birleşerek Zeydiyye mezhebini oldukça geliştirmiş ve genişletmiştir. Bu sebepleri şu üç noktada özetliyebiliriz:
1 Bu mezhebin İmamlarının ekserisi Ehl-i Beyte mensup kimselerdir. Bu İmamlar, birçok ictihadlarda bulunmuşlar, çoğu zaman meseleleri halletmek hususnda İmam Zeyd´e uymuşlar, bir kısım meselelerde de ondan ayrılmışlardır. Bunların görüşleri mezhebe ilâve edilmiş ve onu genişletmiye sebep olmuştur.
2 Mezheb, birbirine uzak çeşitli ülkelerde yayılmıştır.Her bölgenin kendisine göre ve diğerinden ayrı bir çevresi vardır. Dolayısıyla her memleketin, hakkında nass bulunmayan konularda örf, âdet ve gelenekleri mezhebin gelişmesinde rol oynamıştır.
3 Zeydiyye mezhebinde ictihad kapısı daima açıktır. Hattâ büyük dört mezheb gibi başka mezheblerin ictihadlarmdan beğendiklerini almak da Zeydîlere göre bir ictihad olarak kabul edilmiştir. Bu görüş sayesinde Zeydiyye mezhebi çeşitli fıkıh görüşlerinin birleşip kaynaştığı, çok renkli ve değişik tatlarda meyveler yetiştiren bir bahçeyi andırmaktadır. Bunlara ayrı ayrı dokunmak istiyoruz.
İmam Zeyd şehid edildikten sonra oğulları onun zengin fıkıh mirasına sahip olmuşlardır. Bu temiz soya mensup olanlardan Ahmed b. İsâ b. Zeyd, Irak´ta oturmuş, Ebu Hanife´nin talebeleriyle düşüp kalkarak, Iraklılardan farazi (takdirî) fıkıh bu, vuku bulmayan meselelerin hükmünü açıklamak olup Ebu Hanife´nin metodu idi öğrenmiştir. Ahmed b. îsâ, fıkıh kitapları yazmaya girişmiştir. Zaten yaşadığı çağ, birçok meselenin Kitab, Sünnet ve Kıyas gibi delillere dayanılarak açıklandığı bir devirdir. O, üzerinde durduğu fıkhı konulan, el-Emâlî» adını verdiği kitabında toplamıştır.
Zeydiyye mezhebinde ictihad, Hz. Hüseyin´in soyundan gelenlere inhisar etmemiş, Hz. Hasan´m soyundan gelen İmamlar da bu işe karışmışlardır. Çünkü Zeyd, hilâfeti Hz. Hüseyn nesline mahsus olarak tanımamış; onu, Hz. Ali´nin Fatıma´dan doğan bütün evlâtlarına lâyık görmüştür. Hattâ o, bu vazifenin hakkını verecek olan her müslümanm halife seçileceğini kabul etmiştir.
Hz. Hasan´ın soyundan gelen el-Kâsım b. İbrahim er-Ressî el-Hasenî, Kâsimiyye» denilen büyük bir fırkanın İmamıdır. Onun kıymetli görüşleri, Hanefî mezhebine vukufu ve bu mezhebden aldığı birçok meseleler vardır. el-Kâsmı, Hicrî 170 yılında doğmuş, Medine yakınındaki «er-Ress» denilen yerde 242 H. yılında ölmüştür. el´Kâsım´uı mezhebi ve çıkardığı hükümler, Zeydîlerin furü1 kitaplarında toplanmış olup bu mezhebin Yemen´de yayılmasında büyük bir rol´ oynamıştır.
el-Kâsını´dan sonra 245 H. yılında Medine´de doğan torunu el-Hâdî îlelhak Yahya b. el-Hüseyn b. el-Kâsım, Yemen´de İmam olarak ortaya çıkmıştır. Bu sırada Yemen´deki aklı eren insanlar, Yemenlileri bir araya toplayacak, bu ülkede yayılmış olan bid´atlarla, bilhassa, Karmatîlerle savaşacak bir İmamın bulunmasını zaruri görerek, el-Hâdî´ye İmam olarak bağlanmışlardır.
el-Hâdî, hem cihad hem de ictihad yapan bir insandır. Onun cihadı şu iki hususta olmuştur;
1 Yemen ve çevresindeki ülkeleri birleştirmek. O, bu dâvasını kısmen gerçekleştirmiştir.
2 Çağında bid´at ve anarşinin doğmasına sebep olan Karmatîlerle mücadele etmek. Bu uğurda kendisi ve daha sonra evlâtları çok başarılı imtihanlar vermişlerdir. O, Karmatîlerle savaşırken aldığı bir yara neticesinde seve seve ölümü tadarak,298 H. yılında Hakkın rahmetine kavuşmuştur. Kendisinden sonra evlâtları, babalarının başladığı işi sonuna kadar götürmüşler ve kesin zafere ulaşmışlardır.
İçtihadına gelince; bu, üç noktada özetlenebilir:
1 Tatbikatı ihmal edilmiş olan hadd cezalarını uygulamak.
2 Vatandaşlar arasında adaleti tam olarak sağlamak, Öyle id, «Verirken sizi kendimden ileriye geçiriyorum, düşmanlarımızla karşılaşınca da kendimi sizden ileriye atıyorum» demek onun şiarı idi.
3 Umumi olarak fıkıhla uğraşmak. Bu konuda el-Hâdî´nin değerli görüşleri vardır. O, Zeydiyye mezhebinin esaslarını tesbit etmiş ve Hanefî mezhebinden bir çok iktibaslarda bulunmuştur.
el-Hâdî´nin fıkhî görüşlerini toplayan İmam en-Nâtık Bilhak (öl.424 H.) da, bir mesele hakkında el-Hâdî´den rivayet edilen bir fetva veya bir hüküm´ bulunmadığı zaman, Ebu Hanîfe mezhebine uyar ve bu türlü meseleleri onun mezhebine göre hallederdi.
El-Hâdî´nin görüşlerine bağlı olan ve onları tedvin eden eil-Nâ-tık Bilhakkın, Hanefi mezhebinin hâkim olduğu Taberistan´da bulunduğunu gözönüne alırsak, meseleleri bu memleket için en uygun olan şekilde halletmiye çalışmış olduğunu söyleyebiliriz.
el-Hâdî´ye bağlı olan fırkaya «Hâdeviyye» adı verilir.
el-Hâdi, İmam Zeyd´in mezhebinin bir kolu olan kendi mezhebini Yemen ve ona komşu bulunan yerlerde, Hicaz ve dolaylarında kökleştirirken, Deylem ve Gîlan ülkelerinde de Hz. Hüseyin soyundan gelen Ebu Muhammed el-Hasen b. Ali aduıda ve «en-Nâsıru´1-Kebîr lâkabiyle anılan, bir hastalık sonunda sağır olduğu için «el-Utrûş (sağır)» diye bilinen başka bir İmam bulunmaktadır. Bu zat, halkı müşrik olan adı geçen memleketlere hicret etmiş ve buraların halkını İslâm´a çağırmıştır. Davetini kabul ederek islâm´a girenlere Zeydiyye mezhebinin esaslarını anlatmış ve oralarda bu mezhebin fıkhını yaymıştır. Bu fıkıhta müctehid olan en-Nâsıru´1-Kebîr, bir biri ardınca süregelen baskı ve bir çok Ehl-i Beyt mensuplarının şehid edilmesinden sonra sönmek üzere olan Zeydiyye mezhebini buralarda yeniden canlandırmıştır. En-Nâsır, 230 Hicrî yılında doğmuş.ve 304 H. yılında ölmüştür. Görülüyor ki o, el-Hâdî´den daha önce ortaya çıkmış ve ondaiı çok sonra 74 yaşında ölmüştür. El-Hâdî ise öldüğü zaman 53 yaşında idi.
Bunların her ikisi büyük himmet, yapıcı bir siyaset ve kudret sahibi olan birer fakîh ve bilgin kimselerdi. Onların çağında yaşı-yan ve kendileriyle görüşen yaşlı bir zat şöyle demiştir: «El-Hâdi´yi gördüm: o, büyük, iki yanı geniş ve uzun bir vadi gibi idi. En-Nâsır´ı gördüm: o da, derin ve kükremiş bir deniz gibi idi.»
Anlaşılıyor ki, en-Nâsır, İlim bakımından çok ihatalı, el-Hâdî de fıkıh bakımından daha bilgili idi. Bu sebeple Ali b. el-Abbas; «el-Hâlidî Ehl-i Beyt´in fakihi, en-Nâsır da âlimi idi» demiştir.
Bu tarihî açıklamalardan anlaşıldığına göre Zeydiyye mezhebi hem Doğuya doğru, hem de Batıya doğru, yani Hicaz, Irak, Yemen ve bunların çevrelerinde yayılmıştır. Bu itibarla o, yayıldığı memleketlerin renk, örf ve geleneklerine göre şekillenmiş; fakat yine de, birbirinden uzak kollara ayrılarak inkişaf etmesine rağmen, İmamları arasındaki temas kesilmemiştir. En-Nâsır ile eİ-Hâdî arasında, bunlardan sonra da bu mezhebe bağlı olan bilginler arasında ilişki devam etmiş, fikrî temas ve yazışmalar sürüp gitmiştir.
Daha sonra gelen ve Zeydiyye fıkhını toplayanlar, bütün İmamlarının görüşlerini birbirine iyice meczetmişlerdir.
Önce de söylediğimiz gibi Zeydiyye mezhebinde ictihad kapısı her zaman açıktır. Fakat ictihad, fer´i meselelerde yapılmakta, usûlde içtihada lüzum görülmemektedir. Dolayısıyla, bu ictihad mutlak değil, ancak mezhebe göre bir ictihad´dır. Öyle anlar da olmuştur ki, ictihad sadece mezheb içerisinde yapılmıştır[37]. Sonrakiler, İmamların görüşlerine aykırı hareket etmemişler; fakat mezhebe göre ictihad yapan müctehidlerin görüşleri dışına çıkarak, duruma göre başka mezheblerin ictihadlarmdan faydalanmışlardır.
Onlar, hem Ehl-i Beyt İmamlarının, hem de Ehl-i Sünnetin rivayet ettiği hadislerden faydalanmak için daima açık bir kapı bırakmışlardır. Nitekim onlar, bütün mezheblerden istifade etmişlerdir. Dolayısıyla Zeydiyye mezhebi, sadece îmam Zeyd´in ictihadlarına dayanmayan birleştirici (elektik) bir mezhebdir.
Bu mezhebin muamelât´da Hanefi mezhebiyle birleştiği hususlar çoktur. Bunun sebebi, Ebu Hânife ile İmam Zeyd´in bir arada bulunmaları, birlikte ilmî müzakereler yapmaları ve Ebu Hanife´nin, Zeyd´in ilminden faydalanmış olmasıdır. Her iki mezhep, Mâverâ-unnehr´de birbiriyle karışmış ve karşılıklı bir hayli alış verişte bulunmuştur. Daha önce de söylediğimiz gibi, Zeydiyye fakihlerînin bir kısmı, kendi mezheblerinde bir sarahat bulamadıkları zaman Hanefi mezhebinden [38]yararlanmışlardır.[39]
--------------------------------------------------------------------------------
[1] İslam da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/127.
[2] AI-i İmran Sûresi, 134.
[3] Tarihî ve edebî eserlerde Ferezdak´a nisbet edilen bu kasideyi, İsfahanıde, el-Agânî´de rivayet etmiştir.
[4] Haşr Sûresi, 10.
[5] İslam da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/129-131.
[6] el-Milel ve´n-Nihal, c. I. s. 119.
[7] İslam da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/131-133.
[8] el-Kâmil, c. V. s. 5.
[9] İslam da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/134-136.
[10] el-Kamil, c. V. b. 68.
[11] İbni Kesir, c. IX, s. 330.
[12] İmam Zeyd´in oğlu Yahya, babasıyla birlikte savaşa katılmış ve pederinin şehid olması üzerine Horasan´a kaçmıştır. Çeviren
[13] İslam da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/137-139.
[14] Murûc u´z-Zeheb, c. III, s. 183.
[15] En´am Sûresi, 129.
[16] İslam da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/139-140.
[17] Etral-Ferec etfsfabânî, Makâtilu´t-Tâlibin, Kahire, 1949, S. 129.
[18] Zehrul-Adâb, c I, s. 72.
[19] Adı geçen eser.
[20] İslam da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/141-145.
[21] İslam da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/146.
[22] Al-i İmran, 59-61.
[23] İslam da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/146-149.
[24] Bakara, 231.
[25] Ra´d, 8, 9.
[26] Zümer, 7.
[27] Ra´d Sûresi, 39.
[28] İslam da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/150-152.
[29] İslam da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/153.
[30] İslam da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/153-155.
[31] İslam da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/155-157.
[32] Bu eser, Şerafuddin Hüseyn el-Haymi (Öl 1806 M.) tarafından yazılmıştır. Çeviren.
[33] Kıyas; hakkında nass bulunmayan bir meseleye, aralarındaki müşte-l rek illete dayanarak, hakkında nass bulunan benzeri bir meselenin hükmünü vermektir. Meselâ, şeker kamışının suyundan yapılan ve sarhoşluk veren içkinin haram oluşu böyledir. Böyle bir içkinin haram oluşu hakkında, şarabın haram oluşu hakkında mevcut olduğu gibi bir nass yoktur. Fakat, her ikisinin haram oluşundaki illet aynı olup da bu sarhoşluk vermesidir.
istihsan; biri açık fakat tesiri zayıf, öteki gizli fakat tesiri kuvvetli olan iki kıyasın birbiriyle çatışması halinde ikinci kıyasın alınması demektr. Buna gizli (hafi) kıyas da denir.
Masâlih-i Mürsele, şeriatın amaçlarına uygun olan ve hakkında müsbet veya menfî bir hüküm ifade eden özel bir nass bulunmayan maslahatlardır.
[34] İslam da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/157-159.
[35] el-Kâşif fil-Usûl, yazma, Dâru´l-Kütüb el-Mısriyye, varak: 39.
[36] İslam da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/159-160.
[37] Mezhebe göre ictihad yapanlar müntesib müctehidlerdir. Bunlar, usulde mezhep İmamına bağlı kalırlar, fakat furû´da ona muhalefet ederler. Mezheb içerisinde ictihad yapanlar ise, mezhebde müctehitlerdir. Bunlar, hem usulde hem de furû´da mezheb İmamına muhalefet etmezler, ancak mezheb İmamının görüşlerine dayanarak bir kısım fer´i meseleleri açıklarlar.
[38] Zeydiyye mezhebi mensuplarının büyük çoğunluğu bu gün Yemendedir. 1911 M. yılında Yemen´de Osmanlı İdaresine karşı ayaklanan bir İmam, resmen ve siyasî bir varlık olarak kendisini kabul ettirmiştir. Bu ülkede 1970 yılında Cumhuriyet ilan edilmeden Önceki Kral (İmanı) da bu hanedana mensuptur.
İran´da da bu mezhebe bağlı olanların sayısı yüzbinin üstündedir.Çeviren.
[39] İslam da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/161-164.