10-25-2019, 09:57 PM
İmam Ebû Hanîfe (80 - 150 H.)
İMAM EBÛ HANÎFE ve MEZHEBİ[1]
İmam Ebû Hanîfe (80 - 150 H.)
İslâm dini, Horasan ve İran´da yayıldı. Bütün Irak ve çevresini istilâ etti. Birçok büyük mevki´ ve asalet sahibi insanlar, bu istilâ sırasında müslumanlar tarafından esir edildi. îşte bu esirler arasında zengin, asalet sahibi ve Iran asıllı birisi vardı ki adı Zûtâ idi. îlk mücahit müslumanlar, büyüklükleri icabı, ellerine esir düşen insanları köle olarak tutmuyorlar, onları serbest bırakıyorlardı. Gerçi bunları bazan köle olarak aldıkları da oluyordu. Fakat, dinin emirlerine ve Hz. Peygamber´in sünnetlerine uyarak, kısa bir yoldan onları âzâd cihetine gidiyorlar, ağalık ve ululuk satma yerine, dostluğu ve sevgiyi tercih ediyorlardı.
Bunun için Zûtâ da kısa bir zaman sonra esirlikten veya kölelikten kurtuldu. O da tam olarak âzâd edilip hür insanlar arasına katıldı. Bundan sonra Benî Teym b. Sa´lebe kabilesinin azatlısı oldu. Bu kabîle, Kureyş^den gelen Teymîlerden başka bir Arap kabîlesidir. Allah, Zûtâ´ya hürriyeti nasip ettikten sonra, bundan daha büyük ve daha değerli olan islâm nimetini de ihsan eyledi. Bu asil insan, lâyıkıyla müslüman olmuş, ana vatanı olan Kabil´den islâm medeniyetinin ilk merkezlerinden biri ve İran´a en yakın bulunan Küfe Şehrine göç etmiştir.
Zûtâ, Kûfe´de İmam Ali b, Ebî Tâlib (R.A.) ile karşılaşmış ve onu son derecede sevmiştir. Nevruz bayramı münasebetiyle Hz. Ali´ye pâluze (pelte) ikram etmişitr. Bu, onun büyük İmamla olan ilgisinin kuvvetli oluşunu, kendisinin zenginliğini ve Peygamber´in Ehl-i Beyt´ine karşı duyduğu sevgiyi gösterir.
Onun, müslüman olduktan sonra bir oğlu dünyaya geldi. O, bu oğluna Sabit adını verdi, işte bu Sabit, Hz. Ali´ye karşı babası gibi son derecede ilgi duyuyordu. Bir çok rivayetlere göre Hz. Ali, Sâbit´e Allah´tan hayırlı bir evlât vermesini dilemiştir.
Allah, İmam Ali (R.A.)´nin bu duasını kabul buyurmuş ve Sâ-bit´e Irak´ın fakîhi istersen îslâmın fakihi diyebilirsin Numan´ı ihsan etmiştir. îmam Şafiî, bu büyük fakih hakkında: «insanlar fıkıhta Ebu Hanife´nin iyalidir» demiştir. Tarihin «Ebu Hanife» ismini verdiği Numan b. Sabit, bu künye ile tanınmış ve nesilden nesile ismi, İlim ve düşüncenin sembolü olmuştur.[2]
Doğumu Ve Gençliğî
Ebu Hanife, Kûfe´de doğup büyüdü ve ömrünün çoğunu orada geçirdi. Çok küçük ´yaşta iken o çağdaki dindar insanların çocukları gibi o da Kur´an-ı Kerim´i hıfzetti. Hıfzını bitirdikten sonra unutmamak için Kur´an-ı Kerim´i en çok okuyan´ insanlardan biri olmuştur. Ramazanda bir kaç defa Kur´an-ı Kerim´i hatmettiği rivayet edilir. Birçok rivayetlere göre o, kıraat ilmini Yedi Kurrâ´dan biri olan İmam Âsım´dan öğrenmiştir. Kur´an´m hıfz ve kıraatim tamamladıktan sonra genç yaşında hadis tahsil etti ve dinî bilgisini artırdı.
Ebu Hanîfe´nin içinde doğup büyüdüğü aile, Kûfe´de ticaretle uğraşan ailelerden biridir. Ailesi, ipekli kumaş ticaretiyle meşgul olduğu için onu da ticarete teşvik ediyordu. Kendisi de, ailesi gibi ticarete karşı büyük bir kabiliyete sahip olmakla beraber, ayrıca İlim ve aklî araştırmalara yönelen bir zekâ ve kafaya sahipti. Dedesi ve babası, Hz. Aliye olan bağlılıkları sebebiyle dört yanı nuru ile aydınlatan yeni dini, yani İslâmı anlamak için daima bir şevk duyardı. Ayrıca, Ebu Hanife, Kûfe´de doğmuş, orada büyümüş ve yaşamıştır ki, bu şehir Irak´ın büyük şehirlerinden biri, hattâ ikinci büyük şehri idi.
Irak, eski medeniyetlerin beşiği olduğu için hem îslâmdan önce, hem de îslâmdan sonra din ve mezheblerin de beşiği olmuştur. Süryanîler, oraya dağılmışlar ve îslâmdan önce orada Yunan ve îran felsefesinin okunduğu ekolleri meydana getirmişlerdir. Irak, Îslâmdan sonra çeşitli ırkların birleştiği, siyasî ve itikadı fikirlerin çarpıştığı bir yer olmuştur. Orada Şiîler, Hâriciler ve Mu´tezililer yanya-na idiler. Ebu Hanife´nin çağında birçok tabiîler vardj. O, bunlarla görüştü. Tabiîlerden önce Kûfe´de Hz. Ömer´in, fıkıh öğretmek ve halkı irşad etmek için gönderdiği Abdullah b. Mes´ud´dan başka îmam Ali (R.A.) gibi bir çok büyük sahabîler vardı.
Ebu Hanife, ailesinden gelen ticarî" temayülüne rağmen dikkatini Irak´ın ilmine, oradaki sahâbilerin eserlerine çevirmiş, aklî ve ilmî çalışmalara yönelmiş ve bu sayede düşünce pınarları fışkırmaya başlamıştır. Birçok cedelcilerle karşılaşmış ve sağduyusunun verdiği ilhamla bazı sapık görüşe sahip kimselerle tartışmalarda bulunmuştur. Bunlar, onun gençliğinin baharında veya çocukluğunun sonlarına doğru olmuştur. Bunların yanında o, genel olarak ailesinin mesleği ve geçim yolu olan ticarete yönelmişti. Öyle anlaşılıyor ki, boş vakitlerinde İlim meclislerine pek az gelip gidebiliyordu. Hayatı, babası gibi ticaretle geçiyordu. Malm çekici yönleri olmakla beraber, ilmin de nuru ve cezbesi vardır. İşte bu yüzden, ticarî hayatının verdiği imkân nisbetinde Ebu Hanife´nin aklî ve zihnî susuzluğunu ancak İlim giderebiliyordu.[3]
İlme Doğru
Ebu Hanife´nin bu durumu, zekâ bakımından bilginlerin dikkatini çekinceye kadar sürüp gitti. Bilginler, onu, kendisini büsbütün ticarete vermekten kurtarıp okumaya ve ilme teşvik ettiler. Kendisinden şöyle rivayet edilir:
«Bir gün Şa´bîye rasladım, oturuyordu. Beni çağırdı ve nereye gidiyorsun, diye sordu. Çarşıya gidiyorum, dedim. Şa´bî de; çarşıya gitmeni değil, âlimlerin yanma gitmeni isterini dedi. Ben de âlimlerin yanma çok az uğruyorum diye cevap verdim. Bunun üzerine o, bana; öyle yapma, senin İlimle uğraşman ve bilginlerin yanından ayrılmaman gerekir; çünkü ben, sende dinamik bir zekâ ve uyanıklık görüyorum, dedi. Ebu Hanife, sözünü şöyle bitirmektedir: Şa´-binin bu sözleri kalbimde son derecede büyük bir yer etti. Çarşı vg pazara gitmeyi bıraktım, İlim tahsiline koyuldum. Allah, Şa´bînin bu sözleriyle beni çok faydalandırdı.
Ebu Hanife, bundan sonra vaktinin çoğunu İlim yolunda sarfet-miş, çarşı ve pazara çok gidip gelmeyi bırakmıştır. Çarşıda pazarda olup bitenlerden bile habersiz kalmış ve ticaretle ilgili bir kısım bilgilerini de unutmuştur. Buna karşılık, İlim ve onun derinliklerine inişi elde etmiştir. Gerçekten İlim denizi çok derindir. Böylece o, vakitlerinin çoğunu ilme hasretmiş ve çarşıya pek az gider olmuştur. Ebu Hanife´nin kendisini ilme verişi, onun büsbütün ticaretten uzaklaşması demek değildir. Bize kadar gelen haberlere göre o, ticarî işlerini vekili vasıtasıyla yönetiyor, kendisi de sadece bu işlere nezaret etmekle yetiniyordu. İlerde işaret edeceğimiz gibi Ebu Hanife, ancak ticarethanesinin durumunu bilecek kadar çarşıya gelip gidiyordu.
îlme yöneldikten sonra küçük yaşta kazanmış olduğu cedelci ve münazaracı mizacını ancak Kelâm ilmi tatmin ediyordu. O, bu konuda mu´tezilîİerle birçok tartışmalarda bulunuyordu. Ebu Hanife, akaid meselelerinde bilginlerle müzakerelere dalıyor, Basra´ya çeşitli sehayatlar yaparak, buradaki mu´tezilîlerin görüşlerini öğreniyor ve onlarla münazara yapıyordu. Hâricilerle de tartışmalara girişiyor ve bunların da düşüncelerini yakından tanıma imkânına kavuşuyordu. İşte Ebu Hanife, böyle fırkaların görüş, ve anlayışlarını öğrenmeye devam ediyor; fakat, onun İlim nurlarıyla aydınlanmış olan kalbi, çoğu zaman feveran ediyordu. Çünkü o, seleflerininkinden ayrı bir yoldan gidiyor ve kendisini, cedelleşmeye sebep olan ve pek fayda sağlamayan şeylerle uğraştırıyordu. Çevresine iyice göz gezdirince fıkıh halkaları Ebu Hanife´nin dikkatini çekmiştir. O çağda bu fıkıh halkalarını, halka dini hususlarda faydalı, özellikle amelî bakımdan yararlı olan meseleleri öğreten ve nazarî cedelden uzak bulunan âlimler teşkil etmekte idiler.[4]
Fıkha Doğru
Ebu Hanîfe, kendisini ilme vermiş ve sonunda fıkıh´da karar kılmıştır. Bu hususta sözü kendisine bırakıyoruz; o şöyle der:
«Kendi kendimi yokladım, düşündüm ve şu kanaata vardım.Geçmiş olan Sahâbî ve Tabiîler, bizim anladığımız şeylerin hiç birisini gözden kaçırmamışlardır. Onlar, bu şeyleri anlamada daha muktedir ve daha iyi kavrayış sahibi idiler. Meselelerin inceliklerini onlar daha iyi arılıyorlardı." Sonra onlar, bu hususlarda birbirleriyle sert bir şekilde münakaşa ve mücadelede bulunmuyorlar, faydasız mücadelelere dalmıyorlardı. Aksine, bunlardan uzak kalıyorlar ve halkı da menediyorlardı, Keza, gördüm ki onlar, şeriata ve fıkıh konularına dalmışlar, bu hususlarda birçok şeyler söylemişlerdir. Onlar, fıkıh meclisleri teşkil ederek, birbirlerini fıkha teşvik etmişlerdir. Halka fıkıh öğretmişler, müslümanları fıkıh öğrenmek için çağırmışlar ve teşvik etmişlerdir. Birbirlerine fetva vermişler ve fetva sormuşlardır. İşte İslâmın ilk asri böyle geçmiştir. Sonrakiler de onlara, yani ilk asır müslümanlarına böylece uymuşlardır. Kısaca tasvir etmeye çalıştığını onların bu tutumunu görünce ben de münakaşa, mücadele ve kelâm bahislerine dalmayı bıraktım. Fıkıh ilmi ile yetindim ve seleflerimizin yaptığı işlere döndüm. Marifet sahibi olanlarla düşüp kalktım. Ve gördüm ki, kelâmla uğraşan ve kelâm meseleleri üzerinde tartışmalarda bulunan kimselerin simaları eskilerin sımalarına, nıetodlan da salihlerin metodlaruıa uymamaktadır. Yine gördüm ki cedelcilerin kalbleri katı, ruhları kabadır. Onlar Kitab, Sünnet ve selef-i sâlih´e muhalefetten çekinmiyorlar, vera´ ve takvadan da uzaktırlar.»
Ebu Hanife, fıkha yöneldiğinde kelâm ilmini iyice okumuştu. O, akaid meselelerini açıklamakta, tevhîd´in hakikatlarım akli delillerle isbat etmekte idi. Bir kısım hadis-i şerifleri hıfzetmiş, nahiv ve edebiyatı öğrenmişti. Bütün bunlar sayesinde o, geniş bir kültür sahibi olmuştu ki işte bu kültür onun fikirlerim beslemiştir. Kalbi, aklı ve her şeyi ile Fıkıh ve Hadis´e yöneldiği zaman tam bir vukuf sahibi ve hakikatlan kavramakta idi. O, İlim hayatının başlangıcında kelâma olduğu halde, oğlu Hammad´ı[5] ve talebelerini kelâm münakaşalarına girmekten men ederdi. Oğlu, filozof babasına bir defa şöyle demiştir: «Siz kelâm münakaşalarına giriyordunuz. Bizi ise ondan men ediyorsunuz.» Bunun üzerine Ebu Hanîfe şöyle söylemiştir : «Evet, biz kelâm münakaşalarına giriyorduk. Arkadaşımızın yanılması korkusuyla sanki aklımız başımızdan gidiyordu. Siz ise kelâm münakaşalarına giriyor ve arkadaşınızın yanılmasını istiyorsunuz. Arkadaşının yanılmasını isteyen kişi, onun küfre gitmesini istiyor demektir. Arkadaşının küfre gitmesini isteyen ise, ondan önce kendisi küfre [6]gider.[7]
İlm Ve Fıkıh Alanında
Ebu Hanîfe, ilmî çalışmalarının sonunda fıkha dönmüştür. O,-Kitab ve Sünnet´ten hükümler çıkarmaya, meseleleri bunlar üzerine bina etmeye, selef-i sâlihin rivayet ettiği hadisleri araştırmaya, öncekilerin ittifak ettikleri veya ihtilâfa düştükleri konuları öğrenmeye koyulmuştur. O, sahabîlerin ihtilâfa düştükleri meselelerde onların görüşlerinin dışına çıkmaz, fakat bunlardan her hangi birisini benimserdi.
Ebu Hanîfe, fıkıh tahsilini kimden yapmıştır Bu soru, bizzat Ebu Hanîfeye sorulmuş, kendisi de onu şöyle cevaplandırmıştır: «Ben, İlim ve fıkhın merkezinde idim. İlim ve ´fıkıh ehli ile düşüp kalktım. Bu İlim ve fıkıh merkezindeki fakihlerden birinin yanından hiç ayrılmadım.» İmam Ebu Hanife´nin işaret ettiği İlim merkezi Küfe şehridir. Ali b. Ebî Tâlib, Abdullah b. Mes´ud (R.A.) gibi büyük sahabîlerin ilmi bu şehirde toplanmıştır. Tabiîlerden Alkame, İbrahim Nahaî, bu sahabîlerin yolundan gitmişlerdir. Kıyas ve tahrice dayanan fıkıh burada mevcuttu.
Büyük İmamın yukarıdaki sözü, bir öğrencinin ilminin, ancak şu esasa dayandığı takdirde sağlam olacağını göstermektedir:
l Bir İlim muhitinde yaşamak ve bu muhitin güzel havasını teneffüs etmek,
2 Bilginlerle düşüp kalkmak ve çağındaki her türlü fikir hareketleriyle temas etmek,
3 Kendisine, önemli meseleleri açıklayan ve kapalı şeylere karşı onu uyaran bir üstadın yanından ayrılmamak. Ta ki o, her hususta basiretli hareket etsin, sapmasın ve perişan olmasın. Eskiden âlimler şöyle söylerlerdi: Kim yetiştirici bir üstaddan İlim tahsil etmezse olgun bir düşünce ve sağlam bir görüş sahibi olamaz. İbni Haldun, îbni Hazm el-Endelüsî´nin fıkıh çalışmalarındaki metodunu kınar ve onu yetiştirici bir üstaddan İlim tahsil etmemekle itham ederdi.
Allah, Ebu Hanîfe´ye bunların hepsini vermişti. O, felsefe ve akaid İlimlerinin beşiği olan Kûfe´de bulunuyordu.
Bu şehir, fıkıh çalışmaları bakımından Medine ile yarışıyordu. Gerçi hadis ilmi bakımından Medine´ye ulaşamıyorsa da, meseleleri nass´lara dayandırma ve hakkında nass bulunmayan meseleleri, hakkında nass bulunan meselelere kıyas etmek bakımından büyük bir mesafe katetmişti. İbrahim Nahaî ve kendisinden sonra talebeleri, Kur´an ve Sünnet hükümlerinin dayandığı illet (sebeb)´leri ortaya koymuşlardır. Onlar, hükmün illetini kavradıkları zaman o hükmü bu illeti taşıyan her meseleye tatbik etmişlerdir. Onlar, birbirinin kıyaslarını tetkik ediyorlar ve karşılıklı münazalarda bulunuyorlardı. İşte Ebu Hanîfe, böyle bir fıkıh atmosferi içinde yaşamış ve fıkıh tahsİlim böyle bir muhitte yapmış, sonra da fıkıhta en yüksek mevkii ihraz etmiştir. Böylece o, Kûfe´nin üstadı ve Irak´ın fakîhi olmuştur.
Ebû Hanife, fıkıh tahsil ederken çeşitli mezheb ve fırkaların üs-tadlarıyla temas etmiştir. Bunların hepsi Ehl-i Sünnet fukahâsı olmadığı gibi aralarında dinde ve fıkıhta kıyas ve re´y´e müsaade etmeyenler de vardı. Aynı zamanda Ebû Hanîfe, mevcut hadislere bağlı kalan ve bunların dışma çıkmıyan bir kısmı tabiîlerden de İlim tahsil etmiştir. Ayrıca o, Abdullah b. Abbas´m talebelerinden Kur´anTı Kerim ilmi tahsil etmiştir. Çünkü Abdullah b. Abbas, Kur´an ilmi bakımından çağdaşı sahabîlerin en bilgini idi. Hattâ ona «Kur´an´ın tercümanı» denilirdi. Bu büyük bilginin talebeleri Mekke´de oturmakta idiler. Ebu Hanîfe de, Kûfe´de karşılaştığı baskılardan kaçarak buraya gelmiş ve altı yıl kadar burada kalmıştır. Fakat, Kûfe´de kıyasa dayanan fıkhı okuyup incelemiş olan Ebu Hanîfe için bu seyahat, Hadis ve Kur´an fıkhını tetkik bakımından büyük bir fırsat olmuştur.
Ebu Hanîfe, Ca´fer-i Sâdık´m «Ali b. Ebî Tâlib´in şehri» dediği rivayet edilen Kûfe´de oturduğu sırada çeşitli şiî fırkalarla temas etmekte idi. O, Zeydiyye ve Imamiyye mensupları ile temas halinde idi. Bununla beraber Ebu Hanife´nin, bu mezheblerin mensupları gibi düşündüğü bilinmemektedir. Ancak o, Hz. Peygamberin âline ve temiz soyuna karşı büyük, bir muhabbet duymaktaydı. Onun Iraklılardan, Mekkelilerden ve diğerlerinden İlim tahsil edip değişik gö-" rüşleri birleştirişi, çeşitli unsurlarla beslenip bu unsurların hepsini özümseyerek (temessül ederek) hayatının kıvamını sağlayan insanı andırır. İşte bu şekilde Ebu Hanife bu unsurların hepsinden faydalanmış, sonra bunlardan kendine has yeni bir fikir ve sağlam bir görüş ortaya koymuştur.
Ebu Hanife, İlim tahsil ederken şu dört çeşit fıkhı öğrenmeye gayret ediyordu:
1 Maslahata dayanan Hz. Ömer´in fıkhını.
2 Şer´î hakîkatları araştırıp ortaya koymak için yapılan -is-tinbata dayanan fıkhı.
3 Tahrice dayanan Abdullah b. Mes´ud´un fıkhını.
4 Kur´an ilmi olan Abdullah b. Abbas!m fıkhını.
Fakîhlerin yanında büyük bir mevki´ ihraz eden Halife Ebu Ca´-fer el-Mansur, İmam Ebu Hânifeye:
Ey Numan, ilmi kimlerden tahsil ettin diye sordu. Ebu Hanife de şu cevabı verdi:
Talebeleri vasıtasıyla Hz. Ömer´den, yine telebeleri vasıtasıyla Hz. Ali´den ve yetiştirdikleri vasıtasıyla Abdullah b. Mes´ud´-dan tahsil ettim. Abdullah b. Abbas da yeryüzünde çağının en büyük bilgini idi;»
Bunun üzerine Halife Ebu Ca´fer el-Mansur:
Sen çok sağlam bir yol tutmuşsun, dedi.[8]
Büyük Bir Bilgine Bağlanışı
Ebu Hanife, çeşitli çevrelerde bir çok bilginlerle düşüp kalkmış, onların metodlarını öğrenmiş, içinde yaşadığı İlim atmosferinden hakkıyla faydalanmıştır. O, özellikle, çağının fıkıh reisi olan bir bilgine bağlanmış ve ondan hiç ayrılmamıştır. İşte bu bilgin Hammad b. Ebî Süleyman´dır. Bu da mevâlî´den olup nasıl Ebu Hanife´nin atası Teymüerin azatlısı ise, Hammad´m babası da Eş´arîlerin azatlısı idi. Hammad´m babası, İbrahim b. Ebi Mûsâ el-Eş´ari´nin azatlısıdır. Hammad, İbrahim Nahai ile Şa´biden fıkıh tahsil etmiştir. Kadı Şureyh, Alkame b. Kays, Mesruk b. el-Ecda´m fıkhını da bunlardan
öğrenmiştir. Bunlar, Abdullah b. Mes´ud ve İmanı Ali b. Ebî Tâlib (R.A.) gibi iki büyük sahâbînin fıkhına sahip olan kimselerdir.
Hammad, bu iki büyük sahabîden fıkıh tahsil eden mezkûr tabiilerin fıkhını öğrenmekle beraber, İbrahim Nahaî ve Alkame´nin fıkhına daha çok önem vermiştir, tşte Ebu Hanife, Hamjnad´dan bu tabiîlerin fıkhını almış ve İbrahim Nahaî´nin fıkhı ile tahrîce çok önem vermiştir.
Ebu Hanife, 28 yıl gibi uzun bir zaman Hamnıad´a talebelik yapmıştır. Yani, Ebu Hanife, 120 H. yılında ölen hocası Hammad´m yanından ölümünedek ayrılmamıştır. Hocasının ölümünden sonra Kû-fe´deki ders kürsüsüne o geçmiştir.
Burada belirtmemiz gerekir ki, Ebu Hanife´nin, hocasının derslerine devam edişi aralıksız olmamıştır. O, hacca çok giderdi. Bu hacc seyahatlerinde başka üstadlardan da fıkıh öğrenirdi. Yalnız bir mazeret veya her hangi bir engel bulunmadıkça hocası Hammad´dan ayrılmadığı anlaşılıyor. O, bu sırada müzâkere, mütalâa, rivayet, nakil, karşılaştırma ve tercihlerde bulunuyordu. Ebu Hanife, 130 H. yılında Kûfe´den Mekke´ye gittiğinde de ayrıca İlim tahsiliyle tetkiklerde bulunma imkânına kavuşmuştur. Mekke-i Mükerreme´-de beş-altı yıl Beytu´l-Haram´m mücaviri olarak kalmış, biraz önce yukarıda da söylediğimiz gibi, bu mücâvirliği sırasında Abdullah b. Abbas´m talebeleriyle karşılaşmış ve onlarla ilmî müzakerelerde bulunmuştur.[9]
Üstad Ebu Hanife
Hammad, 120 H. yılında ölünce, bütün gözler onun en bilgin ve kendisine en yakın olan talebesi Ebu Hanife´ye çevrilmiştir. Ebu Hanife de bu isteklere olumlu cevap vermiş ve hocasının yerine geçerek, onun ders halkasını devam ettirmiştir. O, derslerinde zengin tecrübeleri, Allah´ın kendisine yerdiği üstün kabiliyetleri, kuvvetli cedelciliği ve hazır cevaplihğı sayesinde çok feyizli olmuştur. İmam Ebu Hanife geniş tecrübelere sahipti. Çünkü ticareti meslek edinmiş bir ailede doğup büyümüştü. Çarşıda pazarda dolaşır ve ilk zamanlar vakitlerinin çoğunu orada geçirirdi. Kendisini ilme verdikten sonra da çarşıyla ilişkisini kesmedi. Hattâ bir vekil veya ortak vasıtasıyla ticarî işlerine devam etti. Yani o, ekseri vakitlerini ilmî çalışmalarına ayırıyorsa da, kendisini İlimden ahkoyamyacak şekilde ortaklaşa ticaret yapıyordu. Buna rağmen Ebu Hanife, kendisini ilme o derecede vermişti ki, tarih onun ticaretle uğraştığını neredeyse unutacaktı. Şüphesiz onun ticaret hayatı, fıkhî düşüncelerine büyük. etkilerde bulunmuştur. O, arkadaşlarıyla tartışmalara girişirdi. Mesele örf, maslahat veya bizzat adalet konusuna gelince arkadaşları susmak ve onu dinlemek mecburiyetinde kalırlardı.
Talebesi Muhammed b. el-Hasen eş-Şeybanî´den şöyle rivayet edilmiştir: «Ebu Hanife, kıyaslar hakkında talebeleriyle tartışmalarda bulunurdu. Talebeleri bazan ona uyarlar, bazan da itiraz ederlerdi. Fakat, İmam Ebu Hanife «istihsana başvuruyorum» deyince, ona artık hiç kimse itiraz edemezdi. Çünkü o, istihsan konusunda pekçok mesele ileri sürer ve hepsi de onun görüşünü kabul edip kendisine hak verirdi.» İşte bu, ancak meselelerin inceliklerini kavramak, halkla sıkı bir şekilde temas etmek, halkur çeşitli münasebet ve maksatlarını bilmekle mümkün olur. Ebu Hanife´nin istihsanmm temeli, şeriatın esasları ile kaynaklarını ve halkın durumlarıyla muamelelerini köklü bir şekilde incelemeye dayanır.
İmam Ebu Hanife, daha önce de söylediğimiz gibi, çok seyahat ederdi. Bu seyahatleri, ona pek çok tecrübeler kazandırmış ve çeşitli insan mizaçlarını tanıtmıştır. O, seyahatleri sırasında fikirlerini açıklar, kendisini tenkid edenleri ve görüşlerini samimiyetle inceleyenleri dinlerdi, tşte bu çeşitli seyahatleri ona, olay ve meseleleri kavramak için öyle bir zihin açıklığı vermiştir ki, bir yere kapanıp kalsaydı buna ulaşması elbette imkânsız olurdu.
İmam A´zam Ebu Hanife, sahip olduğu bu tecrübelerin yanında, keskin görüşlü, meselelerin bütün inceliklerini kavrayan bir insandı. İlminin meyvelerini tartışmalarında görürdü. O güçlü münazarası ile tanınırdı. Hasmını bütün düşüncesiyle çembere alırdı. Rivayet edildiğine göre âlemin yaratıcısı ve bîr yöneticisi bulunduğuna inanmayan dehrîlerden bir toplulukla münazara ve münakaşaya tutuştuğu bir´ sırada hasımlarına şöyle bir soru sormuş ve onları kendi sözleriyle bağlamıştır:
«Bir adam size dese ki; ben yüklü bir gemi gördüm, tamamen yükünü almış ve denizdeki azgm dalgalara karışmış, onu sevk ve idare eden herhangi bir kimse veya gemici bulunmadığı halde muntazam bir şekilde yoluna devam etmektedir. Buna ne dersiniz Akıl bunu kabul eder mi Onlar; hayır, akıl değil, bunu hayal dahi kabul etmez, dediler. İmam Ebu Hanife de; Sübhânallah! Akıl, başı boş yoluna devam eden bir geminin varlığını kabul etmezse, şu koskoca dünyanın, değişik halleri ve çeşitli işleri bütün genişliği, dağlan, ovaları ve denizleriyle yaratıcısız ve ustasız meydana gelip ayakta durduğunu nasıl kabul eder *
İmam Ebu Hanife, araştırmalarında hakîkatlann özüne yöne-lip hassların dayandığı sebep ve hükümleri kavrardı. Kur´an´ın her
hangi bir nassından hüküm çıkarmak istediği zaman bu nassın maksat, gaye ve illetlerini bilme cihetine giderdi. Bir hüküm ifade eden her hangi bir rivayeti ele alınca bu rivayetin illet ve gayesini tes-bit eder; bununla, Peygamber (S.A.)´den rivayet edilen başka bir konuya ait hadis veya Kur´an nassı ile sabit olan hüküm ve umumî kaideler arasında ince bir karşılaştırma yapardı. ´Hadîsin sahih veya zayıf olduğunu anlamak için kendisine has ölçülere sahip olduğundan îmam Ebu Hanife, gerçekten hadis sarrafı sayılmıştır. O, bunu «hadis fıkhı» sayardı ve bu hususta şöyle söylerdi:
«Hadis öğrenip onun fıkhını yapmayan kimse, çeşitli ilâçları toplayan ve tabib gelinceyedek. hangi ilâcın hangi hastalığa karşı kullanılacağını bilmeyen eczacıya benzer. îşte sadece hadis öğrenen kimse de, fakih gelene kadar öğrendiği hadislerin neye yaradığını [10]bilemez.[11]
Ebu Hanîfe´nin Usûlü
İmam Ebu Hanife´nin ders verme usûlü, Yunan filozofu Sok-rat´m metoduna benzemektedir. O, doğrudan doğruya dersi takrir etmezdi. Herhangi bir meseleyi ele alır ve ortaya kordu. Sonra bu meseleye ait hükümlerin dayandığı esasları açıklar ve talebeleriyle bunun üzerinde münakaşa ederdi. Herkes kendi görüşünü açıklardı. Onlar, bazan hocalarına uyar, bazan da onun içtihadına muhalefet ederdi. Kimi zaman da. yüksek seslerle ona itirazda bulunurlardı. Mesele bütün yönleriyle incelendikten sonra o, bu karşılıklı konuşmaların neticesinde meydana gelen görüşü ortaya kordu ki, onun ulaştığı bu görüş, meselenin kesin bir çözüm şekli olurdu. Artık bu görüşü, bütün talebeleri kabul eder ve beğenirdi. İmam Ebu Hanife´nin çağdaşı olan Mis´ar b. Kidâm, onun ders verişini şöyle anlatmaktadır :
«Ebu Hanife´nin talebeleri sabah namazını müteakip ihtiyaçlarını görmek için dağılırlar, sonra onun dersinde bulunmak üzere toplanırlardı. îmam Ebu Hanife gelip yerine oturur ve sorusu olan veya bir mesele üzerinde münakaşa etmek isteyen var mı derdi. Bunun üzerine her taraftan sesler yükselirdi. Allah, îslâmda şanı büyük olan böyle bir kimse sayesinde bütün bu sesleri sükunete kavuştururdu.»[12]
Şüphesiz bu metodu, ancak büyük bir ruha, güçlü bir şahsiyyete sahip olanlar
uygulayabilirler. Çünkü, bu metodu tatbik eden kim-
Ebu Hanife´nin Şahsiyet Ve Karakteri
îmam.A´zam Ebu Hanîfe´nîn ders metodu ve diğer hallerini kısmen anlattık. Şimdi onun şahsiyet ve karakteri üzerinde durmak istiyoruz. Yukarıda söylediklerimiz elbette o büyük insanın, ruhunda mevcut olan bir cevher sebebiyle meydana gelmiştir. O halde, ağacın aslı bilinmeden meyvesi tanınamıyacağı gibi, sebep bilinmeden netice de bilinemez. Ebu Hanîfe, kendisi İlim ve tarihi temsil eden kimseler arasında en üstün bir mevkie yücelten sıfatlara sahipti. O; ileri görüşlü, gerçeği kavrayan, meselelerin içyüzünü gören ve itimada lâyık olan bîr İlim adamının bütün sıfatlarını kendisinde toplamaktadır. Bu sayede o, nıes´eleleri son derecede iyi ihata ederdi. Bu, kendisinin sahip olduğu ruh sağlamlığı ve zekâ kudretinin eseridir.
İmam Ebu Hanîfe, Allah ondan razı olsun nefsine tam olarak hâkimdi. Lüzumsuz şeylerle asla uğraşmazdı. Bir defa o, Irak´ın vaizi ve çağının büyüklerinden biri olan Hasan el-Basri´nin bir yanlışını çıkarmıştı. Yanmda bulunanlardan birisi; "sen kim oluyorsun ki, Hasan el-Basrî´nın yanlışını çıkarıyorsun demiştir. .Fakat Irak´ın o büyük fakihinin yüzünde hiç bir değişiklik olmamış, sanki kendisine itiraz edilmemiş gibi sözüne devamla, «Evet, Allah´a and olsun ki, gerçekten Hasan el-Basrî bu meselede yanılmış ve Abdullah b. Mes´ud (R.A.) isabetli söylemiştir», demiş, sonra da şunu ilâve etmiştir: «Ey Allahım! Bize karşı gönlü dar olanları, bizim geniş gönlümüz içine almaktadır.»
O, vakarlı ve nefsine hâkim olmakla beraber aynı zamanda duygulu bir kalbe ve hassas bir ruha sahipti. Bir defa kendisi ile münakaşa ederi birisi ona; ey zındık, ey bid´atçı, diye hitab etmişür. İmam A´zam, Allah´ın rızasından başka bir şey istemeyen bir İlim adamının vakar ve sükûneti içerisinde ona şu cevabı vermiştir: «Benim bu sıfatlara asla sahip olmadığımı bilen Allah, seni affeylesin. Ben, Allah´ı tanıyah O´na hiç bir surette şirk koşmadım. Sadece O´nun affını diler ve yalnız O´nun ikâbından korkarım.» Ebu Hanîfe, bu «ikâb» sözünden sonra ağlamaya başlamıştır. Bunun üzerine
o adam; «Bana hakkım helâl et, ey İmam» demiş; o büyük îmam da, «câhillerden bize kötü söz söyleyenlerin hepsine hakkımız helâl olsun; ancak, bize dil uzatan İlim sahiplerinin durumu müşkildir, çünkü âlimlerin gıybet etmesi kendilerinden sonra bir şey bırakır», demiştir.
Ebu Hanîfe´nin vakar ve sükuneti, ruhunun yüceliğinden ve Allah´a bağlılığından ileri geliyordu. O´nun ruhuna dünya kirleri bulaşmamıştır; ruhu, sanki cilâlı bir levha idi; onda insanların eziyet verici sözleri iz yapmaz ve kaybolup giderdi.
O, heyecanına hâkim ve soğukkanlı bir yaratılışa sahipti. Rivayet edilir ki; bir gün ders halkasında iken kucağına tavandan bir yılan düşmüş ve etrafındakiler dağüıvermişti, O ise, hiç aldırmadan yılanı tutup bir tarafa atmış ve dersine devam etmiştir.[13]
îmam Ebu Hanife, derin bir tefekkür sahibi idi. O, nass´lann zahir mânâlarıyla yetinmez, bunların içine aldığı uzak ve yakın maksatları kavrar, illet ve sebeplerini açıklardı. Kendisini gençliğinde kelâm ilmine yönelten, belki de onun bu felsefî aklı ve derin tefekkürüdür. O, aklı susuzluğunu ilm-i kelâmla gidermeye çalışmıştır. Onun derin tefekkürü, kendisini, hadislerin ihtiva ettiği hükümlerin gayelerini araştırmaya sevketmiştir. Bu araştırmalarında o, lafızların işaretlerinden, durum ve şartlarla ilgili hususlardan maslahatı celbetme ve mazarratı defetme gibi hüküm üzerine terttüb eden peylerden yardım görmüştür. Hükmün gerçek illetini tesbit edince kıyaslar yapar, faraziye ve tasavvurlar ileri sürerdi. O, bu hususlarda çok büyük mesafeler katetmiştir.
İmam Ebu Hanîfe, derin bir tefekküre sahip olmakla beraber, aynı zamanda hürdüşünceli idi. Hiç bir görüş veya fikri aklına vurmadan kabul etmezdi. Onun bu durumunu üstad Hammad b. Ebi Süleyman, kendisiyle her meselede münakaşa ettiği zaman sezmiş ve takdir etmiştir, Ebu Hanîfe´ye Kitab, Sünnet veya Sâhâbî´lerin fetvasından başka hiç bir şeye boyun eğdirmeyen, işte bu hür düşünceli oluşu idi. Tabiînin görüşlerine gelince; o bunları bazan doğru, bazan da yanlış bulurdu.
İmam Ebu Hanîfe, birbirine zıt görüşlerin bulunduğu bir ortamda yaşıyordu. Her görüş sahibinin görüşünü ele alıp tam bir hürriyet içerisinde incelerdi. O, Hz. Ali´nin soyundan gelen şiî İmamlarla karşılaşmış, onlara hürmet ve ikramda bulunmuş, görüşlerinden istifade etmiştir. Fakat, onları´çok sevdiği halde şiîleşmemiş (teşeyyu´etmemiş)tir.İmami Zeyd b. AlilZeynelâbidin´den Muhammed Bâkır´dan, bunun oğlu Ca´fer-i Sâdık´tan ve Hz. Hasan´ın torunu Abdullah´dan İlim tahsil etmiştir. Fakat, düşüncelerinde bunlardan birine bağlı kaldığı bilinmemektedir. Küfe şehri Şiîliğin merkezi olarak bilinmesine ve sâtiâbîlerin İmamlarına dil uzatılan bir yer olarak tanınmasına rağmen Ebu Hanîfe, bütün sâhâbîlere saygı beslerdi. Sa-id b. Ebî Urûbe şöyle der: «Kûfe´ye geldim ve Ebu Hanîfe´nin meclisinde hazır bulundum. O, bir gün Osman (R.A.)´ı andı ve ona Al-iah´dan rahmet diledi. Ben de, ona; Allah rahmetini senden de esirgemesin, bu memlekette Osman b. Affan için senden başka hiçbir kimsenin rahmet dilediğini işitmedim, dedim.»[14]
İmam Ebu Hanife, hakikati tam bir ihlâsla araştırırdı. Onu yücelten ve gönlünü aydınlatan işte bn sıfatıdır. Olay ve mes´eleleri incelerken keyfî ve nefsî arzulardan uzak olan ihlaslı bir kalbi, Allah, marifet nuru ile doldurur ki bu sayede onun anlayışı artar ve düşüncesi dosdoğru olur. Buna mukabil, nefsi arzularına esir olan bir aklı da bu nefsî arzular sapıtır. Böyle bir akla sahib olan insan, şehevî arzularının uçurumuna mı yuvarlanmakta, yoksa aklının rehberliğinde mi yürümektedir, bilemez!.
Ebu Hanîfe, kendisini her türlü şehevî arzulardan kurtarmış ve Allah´dan sadece sağlam bir idrak sahibi olmayı istemiştir. O, fıkhın bir din ilmi olduğunu bilmiş veya dinde istenilen şeyin, insanoğlunun yalnız hakikatin peşinden gitmesinden ibaret bulunduğunu anlamıştır. Ona göre, tartışmada bir insan ister yensin isterse yenilsin önemli değildir. Bir insan, hakikati araştırıp ona ulaştığı müddetçe galiptir; isterse cedel ve tartışmada hakikati ona hasmı göstermiş olsun.
O, ihlası sebebiyle kendi görüşünün kayıtsız şartsız güpheden uzalc bir hakikat olduğunu ileri sürmez ve şöyle derdi: «Bizim bu sözümüz, bir görüş olup bize göre erişebildiğimiz en iyi neticedir. Birisi bizim bu görüşümüzden daha güzel olanını ileri sürerse, bize değil, ona uyulması daha evlâdır.»
Kendisine; «Ey Ebu Hanîfe, senin verdiğin bu fetva, şüphesiz bir gerçek midir » denildiğinde, Büyük İmam; «Bilmiyorum, belki de şüphe götürmez bir bâtıldır.»[15] diye cevap vermiştir. Talebesi Züfer der ki: «Biz, Ebu Hanîfe´den ders okurçluk, Ebu Yusuf da yanımızda idi, onun söylediklerini yazardık. Bir gün" Ebu Yusuf´a o şöyle dedi: Ey Yakub, vay haline! Benden her işittiğini yazma. Çünkü ben, bu güne göre böyle düşünüyorum, belki yarın Isu «görüşümden vazgeçe rim. Belki de yarın başka bir görüşe sahib olurum. Fakat, ertesi gür onu da bırakabilirim.»[16].
îmanı Ebu Hanife,yeni bir görüşe sahip olursa, bazan önceki görüşünden (re´yinden) vazgeçerdi. Bazan da, kendisiyle münazara eden şahıs, sahih bir hadis ileri sürerse, kendi görüşünden tamamen dönerdi.. Çünkü, sahih bir hadis karşısında re´y beyan etmeye mahal yoktur.
İşte bu, Ebu Hanîfe´nin ihlasmm neticesidir. O, hiç bir zaman kendi görüşüne taassub derecesinde bağlananlardan olmamıştır.
Akli kudretine rağmen, zihnini, başkasının görüşüne de açık tutmak için ihlası, onu daima hakîkata yöneltmiştir. Taassub, ancak duygulan düşüncesine galebe çalan veya a´sâbi zayıf ve aklı kıt olan kimselerde bulunur. Ebu Hanîfe bu gibi şeylerden uzaktı. O; akıl bakımından kudretli, nefsine ve a´sâbma hâkim, hakikati ararken ihlash, samimi ve yalnız Rabbından korkardı. Bu sebepledir ki, görüşlerinde yanılma ihtimali bulunduğunu kabul ederdi.
İmam A´zam, hazır cevaplı olup ihtiyaç duyduğu zaman fikirlerini kolay bir şekilde anlatır ve tutukluk göstermezdi. Hakikat üzere olduğuna inandığı ve kendisini destekliyen delillere sahip olduğu müddetçe münakaşa ve münazaradan yılmazdı. O, çağındaki fakihler arasında işte bu meziyetleriyle tanınmıştır. Mısır´ın büyük fakih´i Leys b. Sa´d´den şöyle rivayet edilmiştir: «Ebu Hanîfe´yi görmeyi çok isterdim. Nihayet onu gördüm. İnsanlar, Üstadın etrafında kalabalık bir şekilde toplanmışlardı. Birisi, ey Ebu Hanîfe, deyip ona bir soru sordu. Allah´a and olsun ki onun hazırcevaplılığı kadar gerçeği söyleyişi de beni hayran bıraktı.»
Ebu Hanîfe münazaralarında büyük bir müdafaa gücüne sahipti. Şayet hasmı inatçılık eder ve işi zora çekerse, Ebu Hanîfe, onu en kolay bir yoldan yıldırmasını bilirdi. Bu konuda çok ilgi çekici ve hayret verici menkıbeleri vardır. Menkıbe, tarih ve haltercemesi kitapları bunlarla doludur. Biz, burada yalnız şu iki menkıbeyi anlatmakla yetineceğiz:
1 Ebu Hanîfe´yi gıyaben vasi tâyin eden bir adam ölür ve olay zamanın kadısı bulunan İbni Şubrume´ye arzedilir. Ebu Hanife, falan adamın öldüğüne ve kendisini vasi tâyin ettiğine dair delilini ortaya kor. İbni Şubrume, ona; şâhidlerinin olayı gerçekten gördüklerine dair yemin eder misin diye sorar. Irak´ın fakihi Ebu Hanîfe de; bana yemin düşmez, çünkü olay yerinde bulunmuyordum, der. İbni Şubrume ise; senin kıyâsların burada yanıldı, der. Bunun üzerine Ebu Hanîfe, ona şöyle bir soru yöneltir. «İki gözü kör olan bir kimsenin başını yarsalar ve buna iki kişi şahitlik etse, gözleri hiç bir şeyi görmeyen böyle bir davacıya şahidlerinin olayı gerçekten görüp görmediğine dair yemin teklif edilebilir mi ne dersiniz Bu durum karşısında İbni Şubrume, büyük İmamın savunmasını kabul eder ve hükmülehine verir.
2 Emevîler devrinde isyan eden Dahkâk b. Kays el-Hâricî, bir gün mescid´de Ebu Hanife´nin yanma gelir, bu sırada haricîler, kendilerine muhalefet edenleri öldürmektedirler Ebu Hanîfe´ye; tevbe et, der. O da; neden tevbe edeyim diye sorar. Dahkak; hakem tâyinini caiz gördüğün için, der. Bunun üzerine Ebu Hanife; sen beni öldürecek misin, yoksa benimle münazara mı etmek istiyorsun diye sorar. Adam; hayır münazara etmek istiyorum cevabını verir. Ebu Hanîfe; bir mesele üzerinde tartışırken ihtilâfa düşersek aramızda hangimizin haklı olduğunu kim söyleyecek diye sorar. Dahkâk el-Haricî; kimi istiyorsan onu çağır, der. Ebu Hanîfe de, bunun üzerine Dahkâk´m adamlarından birine hitaben; ihtilâfa düştüğümüz zaman hangimizin haklı olduğuna sen hükmet, der. Sonra Dahkâk´e dönerek; bu adamın aramıza girmesine sen razı mısm diye sorar. O, evet cevabını verince, münazarasıyla tanınan îmam Ebu Hanîfe; işte hakem tâyinini sen de caiz gördün, diye cevabı kondurur.
Ebu Hanîfe´nin bütün sıfatlarım, bilhassa şu sıfatları taçlandırıyordu. Belki de bu sıfatları, öteki sıfatlarının hepsinin kaynağı olup Allah´ın bazı kullarına bahşetmiş olduğu bir meziyetti. İşte onun bu sıfatları; şahsiytinin kuvvetli oluşu, keskin zekâsı, heybeti, muhabbet ve cazibe yönünden başkalarına tesir edişi ve ruh sağlamlığıdır. Onun bir çok talebeleri vardı ve o bunlara kendi görüşünü zorla kabul ettirmezdi. Aksine, onlarla müzakerede bulunur, büyüklerin görüşlerini bir arkadaş gibi tartışır ve yaş farkı gözetmezdi. Sonunda kendisi bir görüşe varırdı ki, bütün talebleri burada susar ve ona razı olurlardı. Bazı hallerde ise, talebelerinden bir kısmı kendi görüşlerinde ısrar ederlerdi; fakat, her iki halde de İmam Ebu Hanife´nin mevki ve şahsiyetine bir halel gelmezdi.
Ebu Hanîfe, heybetinin yanında keskin ve derin bir firaset sahibi idi. Bu sayede, o, insanların içlerinde gizledikleri şeylere nüfuz eder ve olayların sonuçlarını sezerdi. Onun bütünüyle hayatı, şahsiyyet ve firasetmin güçlülüğünü haber verir. Firaset, güçlü akü sa^ hiplerinde gelişir. Onun derin duygu ve sezgisi bilhassa talebelerini okuturken ve insanların durumlarını incelerken ortaya çıkar. Bunlardan başka, o, fikir önderliği yapacak ihlaslı kimselere Allah´ın lütfettiği bir nura sahip idi. Kısaca, Ebu Hanîfe, böyle bir şahsiyet olup bazı hadis kitaplarında rivayet edilen Peygamber (S.A.V.)´in; «Müminin firasetinden sakınınız; çünkü o, Allah´ın nuru ile bakar.» hadîs-i şerifinde işaret edilen mü´minlerdendi.
îşte bunlar, İmam Ebu Hanîfe´nin sıfatlarından bir kısmıdır. Bunların kimisi yaratılıştan, kimisi de sonradan kazanılmıştır. O, nefsini olgunlaştırmıştır; şahsiyetinin anahtarını da bu ruhî olgunluğu teşkil eder. Her türlü manevî gıdalarla ruhunu besleyen, onun çağı, hocaları ve tecrübelerinden bol bol istifade etmesini sağlayan işte budur. Hülâsa olarak diyebiliriz, ki o, bütün bu unsurlardan besleniyor, şahsiyeti1 ona, kendisinden sonraki nesillere tesir edecek yepyeni bir fikir ve görüş kazandırıyordu.
Ebu Hanîfe´nin işte bu sıfatları hayranlarını, kendisini son derecede övmeye sebeb olmuş, kıskananlarını da aynı şekilde kendisini yermeye sevketmiştir. Şihabüddin Ahmed b. Hacer el-Heytemî (öl. 973 H.) «el-Hayrâtu´1-Hisân»[17] adlı eserinde; «Geçmişlerden biri hakkında insanların zıt şeyler söylemesi, onun büyüklüğünü gösterir. Hz. Ali´yi görmez misiniz Onun hakkında iki fırka helak olmuştur: Ona ifrat derecesinde sevgi gösterenler ve yine ifrat derecesinde buğuz edenler.» der.
İşte îmam A´zam Ebu Hanîfe de, yaşadığı devirde aynı duruma düşmüştür. İnsanların kimisi onu takdh; etmede ifrata düşmüş, kimisi de yermede haddini aşmıştır. Fakat, O Büyük îmam hem Allah katında, hem de insaf sahiplerine göre ulu bir şahsiyet olup Irak fakihlerinin üstadıdır. Bu nokta, söz ve münakaşa götürmez.[18]
Yaşayışı Ve Siyasî Tutumu
Ebu Hanîfe´nin fıkhını ele almadan önce, onun yaşayışını ve çağının siyasetine karşı nasıl bir vaziyet almış olduğunu anlatmak istiyoruz.[19]
1- Yaşayışı
Apaçık bir gerçektir ki Ebu Hanîfe, devlet adamlarının, ister halife olsun ister vali ve benzeri olsun, hiç birisinden hediye ve ihsan kabul etmezdi. Gerçi her dört mezheb İmamının da devlet adamlarından hediye alınabileceğine dair ruhsat verdiğini tarih bize göstermektedir, İmam Mâlik, İlim adamının Beytu´I-Mal´da hakkı olduğuna inanırdı. Ona göre, devlet adamları, bu hediyeleri bilginlere kendi mallarından vermiyorlar, ancak onların istihkaklarını vermiş oluyorlar. Çünkü, İlim adamı nefsini ilme, araştırmaya ve fetvaya hasretmekte, bu yüzden de maişetini kazanma imkânından mahrum olmaktadır. O halde Beytu´l-Maldan ihtiyacını giderecek, çoluk ve çocuğunun geçimini sağlayacak kadar para almak hakkıdır. İmam Mâlik, alınmasına cevaz verdiği bu hediye ve ihsanların bir kısmını kendisi İlim tahsil eden talebelerine harcardı. Dolayısıyla, birçok talebeler ona sığınırlardı, İmam Şafiî de bunlar arasında olup dokuz seneye yakın bir zaman îmam Mâlik´in himayesinde okumuş ve hiç bir geçim sıkıntısı çekmemiştir. Hocası îmam Mâlik öldükten sonradır ki. Şafiî, Yemen´de bir göreve (kadılık diyebileceğimiz bir vazifeye) tâyin edilmek mecburiyetinde kalmıştır.
İmam Şafii, kendisini tamamen ilme verdikten sonra Hz. Pey-gamber´in Abdulmuttalib oğullarına tâyin etmiş olduğu hisseden kendisine düşeni Beytu´l-Mal´dan alır, ayrıca hediye ve ihsan kabul etmezdi. Ancak bu hisseyi, Kur´an-ı Kerim´de Kureyş´den Hz. Peygamber´e akraba olanlara tâyin edilen bir hisse (hak) olduğu için alırdı.
İmam Ebu Hanîfe ile Ahmed b. Hanbel, Beytu´l-Mal dan bir şey almaktan kesin olarak kaçınırlardı. îmam Ahmed b. Hanbel, darlık içinde yaşamayı, helâl olarak toplanıp toplanmadığı belli olmayan bir malı almaya tercih ederdi.
İmm Ebu Hanife ise, zengin ve servet sahibi idi. Çünkü, ölünceye kadar ticaret işine devam etmişti. Yukarıda da söylediğimiz gibi, onun bir ortağı vardı. Öyle anlaşılıyor ki onun bu ortağı, iyi niyetli bir insan olup ihlası sayesinde çoğu zaman İlim, fıkıh ve hadisle uğraşmasını temin hususunda Ebu Hanîfe´ye yardımcı olmaktaydı. Mu´tezilîlerin başı, Ebu Hanîfe´nin çağdaşı ve onun gibi îran asıllı Vâsıl b. Ata da böyle idi.
Elbette Ebu Hanîfe bir tacirdi. Fakat ticarî işlerini vekili vasıtasıyla yürütüyor, kendisi de, işinin daima helâl dairesi içinde yürümesi için onu kontrol ediyordu.
Ebu Hanife, bir tacir olarak aşağıdaki dört sıfata sahip idi ki, bunlar insanlara yapılacak muamelelerle ilgilidir. Onu, İlim adamları arasında olduğu gibi, tacirler arasında da en üstün bir mertebeye çıkaran bu sıfatlar şunlardır:
1 Onun gözü tok ve gönlü zengindi. Gönül ve ruhları fakir kılan açgözlülük, onu asla istilâ edememiştir. Bunun sebebi, îmam A´zam´ın zengin bir aileden doğmuş olması ve hayatında ihtiyaç zilletini hiç tatmayışıdır.
2 Son derecede emanete riayetli ve kendisiyle ilgili olan her hususta nefsine hakimdi.
3 O, müsamahalı ve cömert olup kendisini Allah cimrilikten tamamen uzak kılmıştır.
4 Son derecede dindar olup iyi muameleyi ibadet sayardı. Ayrıca o, çoğu zaman oruç tutar ve gecelerini ibadetle geçirirdi. Bu arada, iyi muamelenin de, büyük bir ibadet olduğunu söylerdi. Bu sıfatların tesiri, bilhassa Ebu Hanîfe´nin ticaret hayatında kendisini gösterir. O, tacirler arasında ilgi çekici ve eşsiz bir kimse idi. Birçokları, ticaret hayatında onu Ebu Bekr Sıddîk´a benzetirdi. Çünkü Ebu Hanîfe, onun yolundan gider, malın kötülerini üstüne çıkarır, iyilerini de gizlerdi.
İmam Ebu Hanîfe, alım ve satımında tam manasıyla emin bir tacirdi. Bir gün bir kadın, ipekli bir elbiselik getirmiş ve ona satmak istemiştir. Ebu Hanîfe; fiatı kaçtır, deyince; kadın, 100 dirhemdir, demiştir. Ebu Hanife de; o yüz dirhemden fazla eder, kaça satacaksın diye sormuş; kadıncağız da, yüz yüz artırarak dörtyüz dirheme kadar çıkarmıştır. Yine Ebu Hanîfe; o daha fazla eder, deyince; kadın, benimle alay mı ediyorsun demekten kendini alamamıştır. Bunun üzerine Ebu Hanîfe; bir adam çağır da malının değerini söylesin, demiş; kadın da bir adam çağırmış ve nihayet o, bu elbiseliği beşyüz dirheme satın almıştır.
Ebu Hanîfe, müşterisi yoksul veya bir dostu olursa malı kârsız satardı. Bir gün ona bir kadın gelmiş; ben fakirim, sırtımdaki elbise de emanettir, şu elbiseliği bana kârsız ver, demiştir. Ebu Hanîfe de; hadi onu dört dirheme al, deyince, kadın, benim gibi yaşlı biriyle alay mı ediyorsun demiş, Ebu Hanîfe de; hayır, ben iki elbiselik satın aldım; birisini, bu iki elbiseliğe verdiğim paradan dört dirhem aşağısına sattım. Dolayısıyla bu, elimde dört dirheme kaldı. Onu da sen bu fiyata al, demiştir.
O, çok dindar olduğu için uzak bir ihtimalle dahi olsa haram karıştığından şüphe ettiği şeylere karşı pek titizlik gösterirdi. Rivayet edildiğine göre Ebu Hanîfe, ortağı Hafs b. Abdirrahman´ı bir defasında kumaş satmaya gönderirken, ona malda özür bulunduğunu bildirmiş ve bunu satış zamanında müşteriye anlatmasını emretmiştir. Hafs b. Abdirrahman kumaşı satmış, fakat müşteriye özürlü olduğunu söylemeyi unuttuğu gibi, satın alan kimseyi de tanıyamamıştır. Ebu Hanîfe, bu durumu öğrenince malın hepsini sadaka olarak vermiştir.[20]
Bu büyük takvası sayesinde onun ticareti pek çok kazanç getirirdi. O da, bu kazancının bir kısmını İlim ve hadisle uğraşanlara harcardı. Tarihu Bağdad´da kaydedildiğine göre Ebu Hanîfe, yıllık gelirinin bir kısmını her sene biriktirir, onunla önce İlim ve hadisle uğraşanların ihtiyaçlarım, yiyecek, giyecek vs. hususlarını temin ederdi. Sonra bu kazancından artan paraları da yine onlara verir ve; bunları da ihtiyaçlarınıza siz kendiniz harcayınız, bunun için yalnız Allah´a hamdediniz; çünkü ben, size kendi malımdan bir şey vermiyorum, verdiğim şeyler ise Allah´ın malıdır, derdi.[21]
Ebu Hanîfe Allah ondan razı olsun helâlinden ve tertemiz bir hayat yaşamak için çok gayret ederdi. O, giyimine önem verir, en güzel kumaşlardan elbiseler diktirirdi. Hattâ, sırtındaki elbisenin otuz dinar (altın) değerinde olduğu söylenir. O, temiz ve güzel kıyafetli´ olup hoş kokular sürünürdü. Talebesi Ebu Yusuf, hocası hakkında; «O, ayakkabısına çok dikkat ederdi. Hattâ, ayakkabısının yırtık olduğu hiç görülmezdi»[22] demiştir.
İmam Ebu Hanîfe, iş ve yaşayışında intizamlı bir insandı. Vakitlerinin çoğunu ilme, kalanını da çarşı ve evine ayırırdı. Talebesi Yusuf b. Hâlid es-Semtî´den rivayet edildiğine göre Ebu Haaife, haftanın günlerini şöyle taksim ederdi: Cuma günleri talebe ve ´arkadaşlarına evinde ziyafet verir ve onlara türlü türlü yemekler sunardı. Cumartesi günleri ihtiyaçlarını görür, ne ders meclisine ne de çarşıya uğrardı. O gün evini ve şahsî işlerini tanzim etmekle uğraşırdı. Diğer günler kuşluk vaktinden öğleyedek çarşıda bulunur ve kalan vakitlerini de ders vermekle [23]geçiridi.[24]
2- Siyâsî Tutumu
Bundan önce îmam Ebu Hanîfe´nin hayat ve yaşayışını anlattık. Kısaca, onun hayatı takva, refah, saadet ve intizam içinde geçmiştir. Buna karşılık, Allah, bu takva ve gerçek îman sahibi İlim adamını siyâsî alanda çok çetin imtihanlara tâbi tutmuştur. Allah, ,onu bu şiddetli imtihanlarla hayatının iki devresinde karşılaştırmış olup ikincisinde îmam Ebu Hanîfe şehid olarak ölmüştür.
Burada biz, îmam A´zam´m çağındaki olaylara kısaca dokunmak istiyoruz. Ebu Hanîfe ömrünün elli iki yılını Emevîler, kalan 18 yılını da Abbasîler devrinde geçirmşitir. Böylece o, Emevî devletinin güçlü devrini, gerileme ve yıkılış devirlerini gördükten sonra Abbasî devletinin ilk yıllarını da yaşamıştır. Abbasî hareketi, bilhassa îran içlerine doğru yayılan gizli bir propaganda şeklinde başlamış, yeraltı faaliyetleri ile gelişmiş ve nihayet Emevî devletini yıkıp iktidarı ele geçirmiştir.
İşte Ebu Hanîfe, bütün bunlara şahid olmuş ve bu olaylar, ruhunda derin etkiler bırakmıştır. Gerçi O, ne ayaklananlara ne de ihtilâlcilere katılmıştır. Fakat olayların akışı gösteriyor ki önce îmam ´zam´m gönlü, Emevîlere karşı ayaklanan Hz. Ali evlâdlarıyla birdi. Onlar, Abbâsîlere karşı ayaklandıkları zaman îmam A´zam, fifren yine bunları desteklemekteydi.
Ebu Hanîfe, şiî olmamakla beraber, Emevîlerin hilâfet için hiçbir hakları olmadığına kani idi. Fakat, fiilen Emevîlerin aleyhine harekete geçmemiş ise de, onların aleyhine yapılan hareketleri be-nimsememiştir. Rivayet edildiğine göre Zeyd b. Ali Zeynelâbidin, Kûfe´de Hişam b. Abdilmelik´e karşı isyan bayrağını açtığı zaman Ebu Hanîfe şöyle demiştir": «Zeyd´in bu çıkışı, Resûlüllah´ın Bedir günündeki çıkışma benziyor.» Kendisine, îmam Zeyd´le birlikte niçin savaşa katılmadığı sorulduğunda şu cevabı vermiştir: «Beni ondan alıkoyan, halkın yanımdaki emanetleridir. Bu emanetleri İbni Ebî Leylâya bırakmak istedim, kabul etmedi. Savaşta ölür ve bunca emanetin altında kalırım diye korktum.» Yine rivayet edildiğine göre Zeydle savaşa katılamadığına dair özür beyan ederken şöyle demiştir : «Eğer halkın, Zeydi, daha önce dedesi Hz. Hüseyn´i bırakıp kaçtığı gibi, bırakıp kaçmıyacağım bilseydim, ben de Zeyd´le birlikte savaşırdım. Çünkü o hakîkî İmamdır. Fakat, bu düşünce ile ona sadece malî yardımda bulundum.» îmam Ebu Hanîfe, İmam Zeyd´e on bin dirhem yardımda bulunmuş ve elçisine; «benim özrümü ona anlat», demiştir.[25]
Bu gösteriyor ki İmam Ebu Hanife´ye göre Emevîler halifeliğe lâyık değillerdi. O, Zeyd b. Ali´yi İmam olarak tanıyordu. Fakat, sözünde durmayan Iraklıların tabiatını bildiği için iyi netice alınacağına inanmıyordu. Bununla beraber îmam Zeyd´i engellemek de istemedi. Hattâ ona malî yardımda bulundu.
İmam Zeyd´in hareketi, kendisinin 122 H. yılında fecî bir şekilde ölümüyle sonuçlandı. Daha sonra İmam Zeyd´in oğlu Yahya/Horasan´da Emevî idaresine karşı ayaklandı. O da, 125 yılında babası gibi öldürüldü. Bundan sonra Yahya´nın oğlu Abdullah da iktidarı ele geçirmek maksadıyla Yemen´de isyan etti. Fakat son Emevi halifesi Mervân b. Muhammed, Abdullah üzerine yolladığı adamları vasıtasıyla 130 H. yılında onu da öldürttü.[26]
İşte bu olaylar, İmam Ebu Hanîfe üzerinde büyük etkilerde bulunmuştur. O, İmam Zeyd´in ayaklanışmı, Hz. Peygamber´in Bedir günündeki çıkışma benzetmiştir. Fakat İmam Zeyd, fecî şekilde öldürülmüş ve cesedi bir hurma kütüğüne asılmıştır. Kendisinden sonra bu acıklı âkibetîer oğlu ve torununun başına da gelmiştir. Bu durum karşısında, elbette Ebu Hanîfe, Emevîlere karşı nefret duyacak ve onların zulümlerini diğer bilginler gibi o da tenkid edecekti. Alimlerin tenkid dilleri, kılıçların yapamadığım yapar; onların darbeleri kılıçlardan daha kesici ve şiddetli olur.
Bunun içindir ki Emevîler, İmam Ebu Hanîfeyi takip etmeye başlamışlar, bilhassa Abbasî propagandasının gizli gizli yayılışını ve intizamlı isyan hareketlerini görünce bu takiblerini daha da artırmışlardır. Emevî" valisi îbni Hubeyre tehlikenin arttığım görünce fakih ve muhaddislerden korkmaya başlamış, özellikle fıkıh ve İlim
de büyük bir yeri olan îmam Zeyd´le teması bulunanlardan endişelenmiştir. Adı geçen vâîi; îbni Ebî Leylâ, Ibni Şubrume, Dâvûd b. Hind gibi Irak´ın fakihlerini toplamış ve her birine Emevî idaresinde birer vazife almalarını teklif ederek, onların Emevî devletine bağlı olup olmadıklarını Öğrenmek istemiştir. Bu arada Ebu Hanîfe´ye de vazife teklif etmiş, fakat o bunu şiddetle reddetmiştir.
İbni Hubeyre, mührün Ebu Hanife´nin elinde olmasını ve muamelelerini bununla imza etmesini, onun elinden çıkmayan hiç bir yazının infaz edilmemesini ve malî sarfiyatın da yalnız onun müsaadesiyle yapılmasını istemiştir. Ebu Hanife, onun bu tekliflerini yerine getirmekten şiddetle kaçınmıştır. Vali îbni Hubeyre ise, bu vazifeyi kabul etmediği takdirde Ebu Hanîfe´yi dövdüreceğine yemin etmiştir. Bunun üzerine âlimler, Ebu Hanîfe´ye bu vazifeyi kabul etmesi için ricada bulunmuşlar ve; «Biz kendini tehlikeye atmayasın diye sana Allah için öğüt veriyoruz. Sen, bizim kardeşimizsin. Hepimiz böyle bir vazifeyi istemiyoruz. Fakat başka bir çaremiz yoktur», demişlerdir. Güçlü, İmanlı ve takva sahibi Ebu Hanîfe de onlara şöyle cevap vermiştir: «Eğer o, Vâsıt Mescidinin kapılarını saymamı isteseydi benden, onu dahi kabul etmezdim. O halde nasıl olur da o, bir adamı idam etmek için benim hüküm vermemi ister ve bu hükümle onun boynunu vurur! Ben böyle bir hükmü ihtiva eden kararın altını nasıl mühürlerim! Vallahi ben, böyle bir işe ölünceye kadar giremem.»
Ebu Hanîfe vazife almamakta İsrar etti. Ve onun İsrarı karşısında bütün kuvvetler perişan oldu. Emniyet müdürü (Sahibu´s-Şurta), Ebu Hanife´yi üstüste birkaç gün hapsettirdikten sonra döv-dürmeye başlamıştır. Hattâ ona kırbaç vuran kimse usanmış ve dövülmeden dolayı ölür ve Emevî idaresine kıyamete kadar sövülmeye sebep olur diye korkmuştur.İbni Hubeyr´e bilginlere; «Ebu Hanîfe´ye söyleyin de bizi yeminimizden kurtarsın», demiş, onlar da Ebu Hanife´den bu teklifi kabul etmesini rica etmişler, fakat o tutumunda şiddetle İsrar etmiştir. Bunun üzerine îbni Hubeyre, bilginlerden, zindanda bulunan îmam Ebu Hanîfe´ye tavassut ederek, vazife teklifini reddetmektense ileride belki yapabileceğini söylemesini temin etmelerini istemiş; fakat Ebu Hanîfe bunu da kabul etmemiştir. Sonunda İbni Hubeyre, îmam A´zam´ı serbest bırakmak zorunda kalmıştır. Ebu Hanîfe, hürriyetine kavuşur kavuşmaz yol hazırlığını yaparak, Beytullah´a sığınmak üzere Hicaz´a gitmiştir, îşte bu olaylar, 130 H. yılında cereyan etmiştir.[27]
Ebu Hanîfe, Allah´ın evine mücavir olmuş ve Abbasîler iktidara gelinceye kadar orada kalmıştır. Abbasîler iktidarı ele alıp asayişi temin edince "îmam A´zam da Kûfe´ye dönmüş, diğer bilginlerle birlikte ilk Abbasi Halifesi Ebu´l-Abbas es-Seffah ile buluşmuş ve yeni halifeye bîat ettiğini açıklamak üzere bir hitabede bulunmuştur. Esasen diğer bilginler, Halifenin bîat talebine icabet etmek üze-pe/rîmanı A´zam´ı kendileri için temsilci seçmişlerdi. Ebu Hanîfe, bu hitabesinde şunları söylemiştir:
«Hakkı, Peygamberinin soyuna teslim eden, zâlimlerin zulmünü bizden kaldıran ve hakikati söyleyebilmemiz için dİlimizi hürriyete erdiren Allah´a hamd olsun. Ey Halîfe, Allah´ın emri üzere biz sana bîat ettik, kıyamete kadar sana verdiğimiz söze bağlı kalacağız. Allah, bu makamı Peygamberinin soyundan geri almasın!»
îmam A´zam´ın bu hitabesi gösteriyor ki o, adalet ve doğruluktan ayrılmamak şartıyla, devlet idaresini Ehl-i Beyt´in ele almasını çok arzu etmekteydi.
Hanîfe, Abbâsilere bağlı kalmaya devam etmiştir. Çünkü onların iktidara gelişi, Hz. Ali evlâdlarma reva görülen zulmün giderilmesi neticesinde olmuştur. Abbasi halifeleri de İmam A´zam´a yakınlık gösteriyorlardı. Ebu´l-Abbas, ondan sonra Ebu Ca´fer el-Mansur birçok ihsanlarda bulunmuş ise de Ebu Hanîfe bunları nezaketle reddetmiştir.
îmam Ebu Hanîfe´nin, ilk yıllarında Abbasî idaresi aleyhinde konuştuğu bilinmemektedir. Nihayet Abbasoğulları ile Hz. Ali ey-lâdları arasında çekişme başlamış ve Ebu Hanîfe´nin büyük bir sevgi beslediği Ali evlâdlarma karşı işkence artmıştır. Elbetde bu durum karşısında, Ebu Hanîfe´nin Abbâsîlere karşı nefret etmemesi düşünülemez. Hele el-Mansur´un iktidarına karşı Hz. Ali´nin torunlarından Muhammed en-Nefsü´z-Zekiyye b. Abdillah ve kardeşi ibrahim isyan edince durum büsbütün değişmiştir. Bunların babası Abdullah, Ebu Hanîfe´nin hocası olup oğulları isyan bayrağını çektiği zaman el-Mansur tarafından hapsettirilmişti. O, her iki oğlunun ölümünden sonra el-Mansur´a karşı kin ve nefret duygularıyla dolu olarak hapishanede (145 H. yılı) ölmüştür.
".. Ebu Hanîfe için, Enıevîler gibi A.bbasîlerden de intikam almaktan başka bir çare yoktu. Fakat onun intikam alışı, âdeti üzere ders aralarında konuşmaktan ileri gitmiyordu. Öteki âlimler de böyle siyâsi olaylarla az meşgul oluyorlar ve meylettikleri hususlara sevgi göstermekle duygularını tatmin ediyorlar ve bununla yetiniyorlardı.
145 H. yılında adı geçen İbrahim Irak´da, kardeşi Muhammed en-Nefsü´z-Zekiyye de Medine´de ayaklandı. Rivayete göre îmam Mâlik, Medine´de bu ayaklanmanın (huruc´un) meşruluğuna fetva vermiştir. Çünkü o, el-Mansur´a yapılan biatin zor (ikrah) ile olduğunu tesbit etmiştir. Öyle görünüyor ki îmam Mâlik, ayaklanmanın caiz olduğuna dair açıkça fetva vermemiştir. Fakat o, Muhammed en-Nefsü´z-Zekiyye´nin dâvasını isbat bakımından işi kolaylaştırmıştır. Çünkü Muhammed en-Nefsü´z-Zekiyye ayaklanmasının meşruluğunu Ebu Ca´fer el-Mansur´a yapılan biatin ikrah ile oluşuna dayandırıyordu, îmam Mâlik ise, hadis derslerinde sık sık bîata îmâ ederek, «İkrah karşısında kalan kimsenin yemini muteber değildir» diyordu. Bu sözü tekrarlamaktan menedildiği halde, îmam Mâlik bundan vazgeçmemiştir. Çatışma, el-Nefsü´z-Zekiyye´nin öldürülmesiyle sonuçlandıktan sonra İmam Mâlik, birçok işkencelere uğramıştır.
Irak´da da Ebu Hanîfe, en-Nefsü´z-Zekiyye´nin kardeşi İbrahim´e yardım edilmesini açıkça söylüyordu. Hattâ iş, Ebu Hanîfe´nin, el-Mansur´un bazı komutanlarını onunla savaşmaktan alıkoymasına kadar varmıştı.
Rivayete göre el-Mansur´un kumandalarından Hasan b. Kah-taba, bir gün Ebu Hanîfe´nin yanma girmiş ve; «Vazifemi her halde biliyorsun, tevbe ediyor musun, etmiyor musun » demiştir. Ebu Hanîfe de; «Allah bilir ya sen yaptığından pişman olacaksın. Eğer bir müslümanla kendi nefsini öldürmek arasında muhayyer kalırsan, müslümam değil, kendi nefsini öldürmeyi tercih et. Sen, bir daha böyle yapmayacağına Allah´a söz ver. Bu sözünde durursan o senin tevben olacaktır», demiştir. Hasan b. Kahtaba, Ebu Hanîfe´nin bu sözüne şu cevabı vermiştir: «Dediğini kabul ediyor ve Allah´a söz veriyorum ki bir daha bir müslümam öldürmeye yel terimiyeceğim.»
İbrahim b. Abdillah,b. Hasan huruç edince, el-Mansur, adı geçen kumandana, Ebu Hanîfe´ye gidip işini bitirmesini emretmiş, kumandan da İmam A´zam´ın yanına gelince, o, kumandana daha önce verdiği sözü hatırlatarak şöyle demiştir: «Tevbenln vakti geldi. Sözünde durursan tevbe etmiş olacaksın. Aksi takdirde hem önceldi, hem de sonraki niyet ve fiilinden hesaba çekileceksin.» Bunun üzerine kumandan, Ebu Hanîfe´yi öldürmek için hazırlanmış olduğu halde, tevbesinde durmuş, el-Mansur´un yanına vararak şöyle demiştir: «Ben böyle bir işi yapamam. Eğer senin emrinle yaptığım işler, Allah´a itaat sayılırsa benim için çok iyi bir şeydir. Eğer masiyet sayılırsa bu bana yeter.» Bunun üzerine Halife el-Mansur öf kelenmiştir. Kumandanın kardeşi Humeyd b. Kahtaba ileri atılarak *Biz bir yıldan beri onun akli muvazenesinden hoşlanmıyoruz, o saç mahyor. Bu işi ben yapabilirim", demiştir. Soğukkanlılığını koruyar Halife el-Mansur, bazı güvendiği kimselere; «Hasan b. Kahtaba´nır yanma fakihlerden kim gelip gidiyor » diye sormuş, onlar da; «O Ebu Hanîfe´nin yanına gidip geliyor» demişlerdir.[28]
Halife Ebu Ca´fer el-Mansur, İmam Ebu Hanîfe´yi takibe ve ver diği fetvâaları araştırmaya başlamış, bu arada Ebu Hanîfe´nin Mu sul halkına dair vermiş olduğu fetva üzerinde, bilhassa, durmuştur Şöyle ki:
Musul halkı, Halifeye verdiği sözü (biat´ı) defalarca bozmuş tu. Halîfe el-Mansur da, onlara sözlerini bir daha bozarlarsa kanla rıni dökeceğini şart koşmuş, onlar da bu şartı kabul ederek, sözü müzden dönersek kanımız helâl olsun, demişlerdi. Halife, Ebu Ha nîfe dahil olmak üzere, bütün fakihleri toplamış ve onlara şöyle demiştir: Peygamber (S.A.V.)´in «Mü´min şartlarına bağlıdır.»Hadîs-i Şerifi sahih değil midir Musul halkı bana karşı ayaklanmamaları için ileri sürdüğüm şartı kabul ettiği halde, benim valime karşı ayaklandı. Şimdi onların kanlarını akıtmak benim için helâl değil midir * Orada bulunanlardan birisi: «Onlara istediğini yapabilirsin, onlar hakkında söylediklerin yerindedir. Affedersen, bu, senin büyüklüğünün eseridir. Cezalandırırsan onlar buna müstahak olmuşlardır», dedi. Ebu Hanîfe susmaktaydı. el-Mansur, ona döndü ve:
Üstad, sen ne dersin, biz, Peygamberin hilâfet ve eman evinde değil miyiz diye sordu.
Ebu Hanîfe gerçeği şöyle ifade etti:
« Onlar, ellerinde olmayan şartları kabul etmişler. Sen de sâna ait bulunmayan şartları onlara kabul ettirmişsin. Çünkü, bir müslümanm kanı ancak şu üç şeyden biri ile helâl olur:
«1 Adam öldürmekten,
«2 Mürted olmaktan,
«3 Evlenmiş ve hür (muhsan) olduğu halde zina etmekten.
«Bu durumda sen, onları cezalandırırsan haksızlık yapmış olursun. Allah´ın şartlarına bağlı kalmak daha iyidir.»
El-Mansur, fakihlerin gitmelerini emretmiş, sonra Ebu Hanife´yi yanına çağırarak şöyle demiştir:
«Ey Üstad, gerçek görüş senin söylediğindir. Memleketine dön, Halifenizi kötüleyecek şekilde halka fetva verme. Çünkü isyancı Haricîlerin cesareti artıyor.»[29]
Şiî olmadığı halde Hz. Ali soyuna büyük bir sevgi besliyen Ebu Hanîfe´nin bu gibi cesaretli görüşleri, el-Mansur´un memnuniyetsizliğine sebep olmuş, hattâ onu takip ettirmek üzere peşine hafiyelerini takmıştır. Bunun, ayrıca iki sebebi daha vardır :
1 İmam Ebu Hanîfe ile çağının kadısı İbni Ebî Leylâ arasında şiddetli bir anlaşmazlık vardı. Onun verdiği hükümleri Ebu Hanîfe sert bir şekilde tenkid ederdi. İbni Ebî Leylâ da onu el-Mansur´a daima şikâyette bulunurdu. Belki de en çok şikâyeti Ebu Hanife´dendi. Şüphesiz bu, halifenin içinde İmam Ebu Hanife´ye karşı bir kızgınlık ve intikam hissi meydana getirmiştir.
2 el-Mansur´un maiyyetinde bulunanlardan Ebu Hanîfe´yi sevmeyen veya Halifeye sırf yaranmak için onu kötüleyenîer vardı. el-Mansur´un hâcibi olan er-Rabi´ ve Ebu´l-Abbas et-Tûsî bunlardandır.
Bütün bu olaylar sebebiyle el-Mansur, Ebu Hanîfe´ye karşı iyice bozulmuş, iktidarını korumak için sert bir vaziyet almış ve onu cezalandırmayı zarurî görmüştür. Halife el-Mansur, Ebu Hanîfe´nin zamanın kadısını sürekli tenkidlerini göz önüne alarak, ona kadılık vazifesini teklif etmiştir. Esasen kurnaz bir halife olan el-Mansur, bilginlere doğrudan doğruya din ve dünyaya ait görüşlerinden ötürü baskıda bulunmazdı. Bu sebepten Ebu Hanîfe´nin tenkidlerini ona kadılık teklif etmek için istismar etmeye kalkıştı. Oysa Ebu Hanîfe´nin bu vazifeyi kabul etmiyeceğini biliyordu. Fakat onu, bu yüzden cezalanduırsa haklı görüneceğim umuyordu.
Ebu Hanîfe´ye nihayet kadılık vazifesini teklif etti. O da şu cevabı verdi: «Kadı olabilecek bir insan, gerekince hem senin, hem de çocuklarınla kumandanlarının aleyhine hüküm verecek bir ruha salıip olmalıdır. Ben ise, böyle bir ruha sahip değİlim.» Bunun üzerine Halife; «Benim gösterdiğim yakınlığı niçin kabul etmiyorsun » dedi. Büyük takva sahibi îmam da; «Emiru´l-Mü´minin, bana kendi malı ile bir yakınlık göstermedi ki onu reddetmiş olayım. O, bana ancak müslümanlarm Beytu´l-Malından bir yakınlık gösterdi. Halbuki benim onların Beytu´l-Mahnda bir hakkım yoktur. Çünkü ben, mücâhid değİlim ki yaptığım cihad karşılığında bir şey alayım. Ben,onların hizmetçileri de değilim ki, hizmetçiler gibi bir şey alayım. Keza ben, onların fakirlerinden de değilim ki, fakirlerin aldığı şeyleri alayım», dedi.[30]
Kadılık teklifi nekadar tekrarlandıysa, Ebu Hanîfe´nin bunu reddedişi de o kadar tekrarlandı. Sonunda sabrı tükenen el-Mansur, bu vazifeyi kabul etmesi için yemin aldı. Ebu Hanîfe de kabul etmiyeceğine dair yemin aldı. Ve şöyle dedi: «Eğer ben, bu vazifeyi kabul etmediğim takdirde Fırat nehrinde boğulmakla tehdid edilsem, boğulmayı tercih ederim. Senin etrafında´ikrama muhtaç olanların çoktur!»
Buna rağmen Halife el-Mansur, İmam A´zam´a kadılık teklifinden vazgeçmedi. Ondan, hiç olmazsa, doğru olanlarım yerine getirmesi, yanlış olanlarını da tatbik etmekten sakınması için kazâî hükümlerini inceleyip isabetli olup olmadığını kendisine bildirmesini istedi. Fakat o, bunu da reddetti. Bunun üzerine Halife, Ebu Hanîfe´yi hapsettirip ona her gün on kırbaç vurdurmak suretiyle işkence edilmesini buyurdu. Ebu Hanîfe´nin sıhhi durumu kötüleşince el-Mansur onu serbest bırakmış, fakat ders ve fetva vermekten menetmiştir. îmanr A´zam Ebu Hanîfe, bundan kısa bir zaman sonra hayata gözlerini yummuştur. O, ölmeden önce, gasbedilmiş veya Halifenin gasbettiği ileri sürülen bir yere defnedilmemesini vasiyet etmiştir. Bunun içindir ki Halife el-Mansur; «Ebu Hanîfe´nin nezdinde sağken de öldükten sonra da beni kim mazur gösterir » demiştir.
İmam Ebu Hanîfe, 150 H. yılında sıddiklar ve şehidler gibi ölmüştür. Fakat ölüm; o büyük kalb, sapsağlam dînî vicdan, kudretli akıl ve her türlü işkenceye katlanan sabırlı ruh için bir rahatlık olmuştur. Ebu Hanîfe, görüşlerinden dolayı muarızlarından işkence gördü, türlü dedikodulara hedef oldu. Fakat, bunların* hepsine gönülhoşluğu ile katlandı. Sefihlerden eziyet gördü. Valilerden, daha sonra halifelerden işkence gördü. Fakat hiçbir zaman eğilmedi ve hakikati söylemekten çekinmedi. Eğer ruhların da bir cihadı ve,bu cihadın yapıldığı meydanlar varsa, şüphesiz Ebu Hanîfe bu türlü cihad alanlarının en büyük ve muzaffer kahramanıdır. O, cihadında son nefesine kadar metanet gösteren bir yiğit idi. Ölürken bile gasbedilmemiş temiz bir yere defnedilmesini ve halife tarafından gasbedilmiş olma ihtimali bulunan bir yere defnedilmemesini vasiyet etmiştir.
İlim, dîn ve ahlâkın heybet ve tesiri, sultan ve hükümdarların azametinden daha az değildir. Bunun içindeki bütün Bağdad halkı, Irak´ın büyük fakihi îmam A´zam´ın cenaze törenine katılmıştır. Onun cenaze namazını kılanların sayısının ellibin kadar olduğu teh-min edilmektedir. Hattâ; ona işkence eden Halife el-Mansur da defnedildikten sonra gelmiş ve kabri üzerinde cenaze namazını kılmıştır Bilmiyoruz bu, Halifenin İlim, din, ahlâk ve takvanın azametini İtiraf edişinden mi, yoksa halkı memnun etmek isteyişinden midir Belki o bu her iki hususu da birlikte gözetmiştir.
Ebu Hanîfe, gerçekten büyük bir insandı. Ona işkence edenler, sadece ettikleri zulüm, işledikleri fenalıklar ve akıttıkları insan kanlan sebebiyle anılmaktadır. O ise, dünyanın dört bucağında okutulup öğretilen görümleri ve nice insanların müzakate edip öğrenmekle şeref kazandığı ilmi ile anılmaktadır. Allah, ondan razı olsun, hem de onu razı etsin!..[31]
İmam Ebu Hanîfe´nin Fıkhı
îmam Şafiî; «İnsanlar fıkıhta Ebu Hanîfe´nin iyâlidir», demiştir. Abdullah b. Mübarek de, Ebu Hanîfe için: «O, ilmin beynidir», derdi. Bunlar gösteriyor ki Ebu Hanîfe, ilmin özüne ulaşıyor ve ondan sapmıyordu. İmam Mâlik, îmam A´zamla çeşitli ilmî meseleler üzerinde tartıştıktan sonra:«O, gerçekten fakihtir», demiştir.
Ebu Hanîfe, gerçekten ulu bir fakihtir. Çağını fıkhıyla doldurmuş olup insanlar onun hakkında ihtilâfa düşmüşlerdir. Çünkü O, fıkhî düşünceye yepyeni bir metod getirmiştir. Yahut da Ebu Hanife´nin kullandığı bu temodu, hiç kimse onun kadar kullananıamış-tır. O, hürdüşünce ve isabetli görüş sahibi idi. Nass´ların zahirlerine sarılan ve mânâlarının derinliklerine dalamıyanlar, Ebu Hanîfe´ye kızmışlar ve onu hakîkattan uzaklaşmakla itham etmişlerdir. Öte yandan, sapık düşünceli kimseler de ona hücum etmişlerdir. Çünkü O, İslâm fıkhında istinbat (hüküm çıkarma) için sağlam esaslar koyuyor ve bunların sınırlarını tesbit ediyordu.[32]
Metodu
İmam Ebu Hanîfe, istinbat için tafsilâtlı olmasa da bir metod getirmiştir. Onun bu metodu, içtihadın bütün türlerini içine almaktadır. Kendisi şöyle derdi: «Ben Allah´ın kitabıyla hüküm veriyorum. Kitab´ta bulamazsam Resûlullah´ın sünnetine sarılıyorum. Allah´ın Kitabında ve Resûlü´nün Sünnetinde bir hüküm bulamadığım zamanlarda da sahabilerin sözlerine bağlanıyorum. Yalnız, sa-habîlerden istediğim kimselerin sözünü alıyor, istediğim kimselerin sözünü almıyorum. Ancak, sabahîlerin sözlerinin dışına da çıkmıyorum. Fakat iş İbrahim (Nahaî), Şa´bî, îbni Sîrin, Ata ve Said b. el-Müseyyib´e gelince; onlar nasıl ictihad yapmışlarsa ben de öyle ictihad yapıyorum.»[33]
Bu ifade, Ebu Hanîfe´nin önce Kitab, sonra Sünnet, daha sonra da sahabilerin sözüne dayanarak fetva verdiği, tabiîlerin söz ve görüşlerine bağlı kalmadığını gösterir. Bu, nass´lara dayanarak ictihad yapmak demektir. Hakkında nass bulunmayan meselelerin hükümlerini açıklamak için yaptığı ictihadlara gelince; bu hususta el-Mekri´nin «Menâkıbu Ebi Hanîfe» sinde, İmam A´zam´m bir çağdaşından aynen şöyle nakledilir:
«Ebu Hanîfe´nin görüşleri güvenilir (sika) kimselere dayanmak ve kötü (kubh) den kaçınmaktır. Onun ifadeleri; insanların muamelelerini, bu muamelelerin düzgün olmasını, onların işlerinin iyi gitmesini sağlayan esasları yakmdan incelemiş bulunmasının bir sonucudur. O, meseleleri kıyasla hallederdi. Kıyası tatbik etmek imkânsız olursa istihsana baş vururdu. İstihsan da yürümezse müslümanların örf ve teamülüne göre fetva verirdi. îcmâ´ ile kabul edilen hadislere sarılır ve bunlara göre kıyas yapardı. Sonra istihsana baş vururdu. Bunlardan hangisi daha uygun düşerse ona göre fetva verirdi. Sehl der ki: «İşte Ebu Hanîfe´nin ilmi budur. Bu ise âmmenin ilmidir.»[34]
Buna göre Ebu Hanîfe´nin ortaya koymuş olduğu metod şu yedi esasa dayanır:
1 Kitab: Bu, şeriatın temel direği ve Allah´ın kıyamete kadar bakî olacak nurudur. O, şeriatın genel esaslarım içine alır, asıl hükümler ondan çıkarılır. Yani o, şeriatın anayasasını teşkil eder.
2 Sünnet: Bu, Allah´ın Kitabım açıklayan, Kitab´daki mücmel hükümleri genişleten, Hz. Peygamber´in Rabbından aldığı elçilik görevini tebliğinden ibarettir. Yani o, yakînen İman edenler için bir tebliğ olup onu kabul etmiyenler, Peygamber´in Rabbından aldığı elçilik görevini de tanımıyorlar demektir.
3 Sahâbîlerin sözleri: Çünkü sahâbîler, Peygamber´in tebliğini bizzat işitmişler ve vahyin gelişini gözleriyle görmüşlerdir. Onlar, âyet ve hadisler arasındaki çeşitli münasebetleri bilen Peygamber (S.A.V.)´in ilmini kendilerinden sonraki nesillere aktaran kimselerdir.
Tabiilerin sözleri elbette aynı derecede değildir. Çünkü, sahâhbilerin sözlerinin doğrudan doğruya Peygamber´den alınmış olma ihtimali vardır ve sırf ictihad´dan ibaret değildir. Hz. Peygamber´den rivayet etmeseler de, onların birçok görüşleri Peygamber´in sözlerine dayanmaktadır. Hz. Ebu Bekr, Ömer ve Ali gibi Hz. Peygamberle uzun zaman arkadaşlık yapmış olan sahâbîler sohbetleriyle mütenasip miktarda hadis rivayet etmemişlerdir. Fakat onlar, elbette Peygamber´in sözleriyle fetva, veriyorlardı. Ancak, Peygamberin sözünü değiştirmekten korktukları için bunları O´na nîsbet etmiyorlardı.
4 Kıyas: Ebu Hanîfe Kitab (Kur´an), Sünnet ve Sahâbîlerin sözlerinde bir nass bulamadığı zaman kıyasa baş vururdu. Kıyas; hakkında nass bulunmayan meseleleri, aralarındaki ortak illet sebebiyle hakkında nass bulunan meselelere bağlamak ve hepsine aynı hükmü vermektir. Aslında bu; meseleyi, nassm ifade ettiği hükmün evsaf ve sebeplerini tesbit etmek suretiyle nassa dayandırmaktır. Zira hükmün illeti bilinince, aym illete sahip olan bütün meselelere tatbiki mümkün olur. Buna bazı âlimler, nassm tefsiri demişlerdir. Îmam/Ebu Hanîfe, kıyasla istinbat hususunda en yüksek mevkii işgal eder. O, fıkıhtaki mertebesine bu sayede ulaşmıştır. Ebu Hanîfe, bir hükmün illetini araştırır ve onu tesbit ettikten sonra kıyas yapmak suretiyle birçok meseleleri çözerdi. Hattâ, ortaya çıkmamış olan meseleleri varsayar ve aynı metodla onların hükümlerini açıklardı. İşte bu türlü meseleleri olmuş gibi takdir edip hükümlerini açıklayan bu çeşit fıkha «takdiri (farazi) fıkıh» adı verilir.
5 İstihsan: Bu, açık (zahir) kıyasın hükmünü bırakıp buna muhalif olan başka bir hükmü kabul etmektir. Bu, ya zahir kıyasın bazı cüz´î meselelere elverişli- olmadığı ortaya çıktığı için, başka ´bir illetin araştırılmasıyla olur ve bu yeni illete göre hüküm vermeye «gizli (hafi) kıyas» denir, ya da zahir kıyas, bir nass´la çatışır ve bu nass sebebiyle terkedilir. Çünkü kıyasla amel etmek nass bulunmadığı zaman olur. Yahut da kıyas, icma´ veya örfe aykırı düştüğü için bırakılır; icmâ, ve örf ile amel edilir.
6 İcmâ´: Bu, aslında bir hüccet olup her hangi bir asırdaki müctehidlerin bir hüküm üzerinde fikir birliğine varmalarıdır. Bilginler, icmâ´m hüccet olduğunda birleştikleri halde, sahâbîlerden sonraki asırlarda mevcut olup olmadığında ihtilafa düşmüşlerdir. İmam Ahmed b. Hanbel, sahâbîlerden sonrald asırlarda icmâ´m mümkün olamıyacağmı, çünkü fakîhlerin bir hüküm üzerinde görüş birliğine varmalarının imkânsız! olduuğnu ileri sürmüştür.
7 Örf: Bu; Kur´an, Sünnet ve Sahâbîlerin tatbikatı gibi hakkında her hangi bir nass bulunmayan mesele üzerinde müslümanların teamülü demektir. Bu da bir hüccet olup iki kısma ayrılır:
1 Sahih örf,
2 Fâsid örf.
Sahîh örf, nassa aykiri düşmeyen örftür. Fâsid örf de, nassa aykırı düşen örftür. Fâsid örfün bir değeri yoktur. Sahîh örf ise, nass bulunmayan yerlerde bir hüccet teşkil eder.[35]
Fıkhının Bariz Vasfı
Ebu Hanîfe, tecrübeli ve günün ticarî durumunu iyi değerlendiren bir tacirdi. Vakitlerini ticaret, fıkıh ve ibadet arasında paylaş-tırmıştı. Bu arada en çok zamanını fıkha ayırmıştı. O, hür fikirli ve başkalarının hürriyetine kendi hürriyeti gibi saygı gösteren bir İlim adamıdır. Bu sebeple onun fıkhının bariz iki vasfı vardır:
1 Ticarî bir ruha sahip oluşu,
2 Şahsî hürriyeti himaye edişi.
Şimdi bunları tek tek ele alalım:
I) Ebu Hanife´nin fıkhında ticarî ruh ve düşüncenin tesiri kendisini açıkça göstermektedir. O, İslâm´ın ticaretle ilgili akid esaslarını incelerken, ticarî işlerde sağlam bir melekesi olan ticaret Örf ve teamülünü iyi bilen, insanların ticarî muamelelerini yakından tanıyan, Kitab ve Sünnet gibi şeriatın nass´lanyla insanların benimsediği teamüller arasında ahenk kuran bir tacir gibi davranmıştır. Bu husus, Ebu Hanîfe´nin metodunda iki şekilde meydana çıkar:
a) Ebu Hanîfe, örfü, şer´î bir prensip olarak kabul etmiş ve yerine göre bunu kıyasa tercih etmiştir. Ticari örf, ticaretin esas prensibini teşkil eden ve tacirler arasında yaygın hale gelmiş olan bir teamüldür.
b) O, istihsam kabul etmiştir. İstihsanm esası da, fıkhı kıyasın tatbikinin kötü bir neticeye, yahut maslahat veya ticarî örfle çatışan bir muameleye sebebiyet verdiğini kabul edip kıyası bırakarak, şer´î bir nassa bağlı olan maslahata veya insanlar arasındaki örf ve teamüle göre hüküm vermektir.
îstihsan konusunda fakihlerin en kuvvetlisi İmam Ebu Hanîfe idi. İmam Muhammed´in anlattuğna göre, Ebu Hanîfe´nin talebeleri kendisiyle kıyas üzerinde tartışırlardı. Fakat o, istihsali yapıyorum deyince, hiç kimse ona yetişemezdi.
Ebu Hanîfe´nin selem, murabaha, tevliye, vadia[36] ve şirket gibi ticarî akitlerdeki görüşleri, öteki fakihlerin görüşlerine nisbeten çok sağlam ve çok incedir. Bu türlü akitlerin hükümlerini ilk defa açıklayan odur.
İmam Ebu Hanîfe, bu ticarî akitlerde şu dört hususu şart koşardı :
1 Malın bedelini tam olarak bilmek ve bu konuda münazaaya sebep olacak bilinmeyen hususların ortadan kalkması. Çünkü, şeriatta akitlerin esası, malı ve bedelini tam olarak bilmektir. Tâ ki burada bir aldatma veya aldanma bulunmasın ve her hangi bir husumet doğmasın. Akit zamanı bu hususların bilinmesi; ileride çıkacak, insanlar arasındaki sevgiyi ortadan kaldıracak ve onların aralarında verilmesi gereken hükmü zorlaştıracak birçok husumetlerin önüne geçmiş olur.
2 Faizden, hattâ faiz ihtimali bulunan akitlerden son derecede sakınmak. Çünkü bütün çeşitleriyle faiz, İslâm nazarında en kötü ve haram olan bir şeydir. Peygarmber (S.A.V.) şöyle buyurmuştur: «Bir dirhemlik faiz yemek, otuzüç defa zina etmekten daha kötüdür. Haramla beslenen bir vücut ateşte yanmaya lâyıktır.»[37]
içinde faiz bulunan her akit bâtıldır. Faiz bulunma ihtimali olan akitler de bâtıldır. Çünkü, bu suretle zarara sürükleyen yollar kapatılmış, başkalarına ait malların haksız yere yenmesi önlenmiş olmaktadır.
3 Nass bulunmayan ticarî akitlerde örfe başvurmak. Bu gibi hallerde örfün kabul ettiği hususlara riayet edilir, örfçe tanınmayan hususlar da terkedilir.
4 Ticarî akitlerde asıl olan emaneti korumaktır.[38] Esasen İslâmî akitlerin, hattâ amellerin hepsinde emanet asıldır. Murabaha, tevliye ve benzeri akitlerde fıkhı esas emanettir. Çünkü müşteri, yemin veya herhangi bir beyyine (belge, tanık) olmaksızın ilk fiatı bildirirken satıcıya emniyet etmektedir. O halde bu emanetin korunması ve kötüye kullanılmaması gerekir.
İşte bu esaslar, İmam Ebu Hanife´den intikal eden ticarî akitlerle ilgili bütün fer´i fıkıh meselelerinde değişmez prensiplerdir. Bunlar, Ebu Hanîfe´nin takva ve dini eğİlimi, ticarî bilgi ve tecrübeleri ve metoduna bağlı olan genel prensiplerle bağdaşmaktadır.
II) Ebu Hanîfe´nin fıkhının bariz vasıflarından ikincisi, şahsî hürriyeti himaye edişidir, demiştik. O, fıkhında âkil (akıllı) ve reşîd olduğu müddetçe insanın tasarruf iradesine son derecede saygı gösterir. Âkil bir insanın şahsi tasarruflarına hiç kimsenin karışmasına müsamaha göstermez. Dînin emrini ihlâl etmedikçe, ne toplum ne de her hangi bir idareci, şahsın kendisine ait işlerine karışamaz. Şahis, dinî bir emri ihlâl ederse o zaman buna müdahale etmek gerekir. Bu, şahsın özel hayatında istediği gibi yaşamasına veya malını istediği şekilde kullanmasına müdahale olmayıp, nizamı korumak için dinî bir vazifedir.
Medenî milletlerin eski ve yeni bütün nizamları, insanları ıslâh etmek için iki kısma ayrılır: Toplumculuğun hâkim olduğu yönelime bağlı nizam: Burada, şahsın bütün tasarrufları toplumla yakından ilgili veya devletin kontrolü altındadır. Bunu, günümüzdeki bazı nizamlarda olduğu gibi, tarihe karışmış bir takım nizamlarda da görmekteyiz.
b) Şahsın iradesini geliştirerek, onu olgunlaştırıp iyiliğe yöneltme ve sonra da ona tam olarak hürriyet verme cihetine giden nizam: Bu nizam içerisinde şahıs; kendisini kötülükten koruyacak, fesad´dan uzaklaştıracak ahlâkî ve dinî bağlarla mukayyettir:
İmanı Ebu Hanîfe, bu ikinci nizâm şekline meyletmiştir. Onun bu temayülü, âkile ve bâliğa bir kadının evlenme hususunda velâyetinin kendi elinde olduğunu ileri sürüşünde, ma´tûh (bunak), sefih ve borçlunun hacredilmesini reddedişinde açıkça görülmektedir. Vakfın lüzumunu (yani vâkıfın vakfından geri dönememesini) mülkiyet hürriyetine engel sayması ve mülk sahibinin mülkünde, hayatta olduğu müddetçe, istediği gibi tasarruf edebileceğini ileri sürüşü de bu temayülüne bağlıdır. Burada biz, bunlara kısaca dokunmak istiyoruz.[39]
Âkile bir kadın kendisini evlendirebilir: Fakihler, hür ve bali-ğâ bir kadını istemediği biriyle evlenmeye hiç
kimsenin zorlama hakkına sahib olmadığında ittifak etmişlerdir. Ancak îmam Şafiî´nin âkile ve bâliga olsa dahi, bakireyi velisinin evlenmeye icbar edebileceğine cevaz verdiği rivayet edilir. Fakat ..burada, Şafiî´ye diğer İmamlar katılmazlar.
Âkile ve bâliğa bir kadını istemediği biriyle evlenmeye hiç kimsenin zorlama hakkı olmadığında ittifak eden fakihler, Ebu Hanife ile şu noktada ihtilâfa düşmüşlerdir: Onlara göre böyle bir kadını velîsi zorla evlendiremez; fakat o, velîsi istemezse kendi kendisini de evlendiremez. Onun evlenme akdi yapma yetkisi yoktur. Velîsi, onun evleneceği şahsı seçmeye katılma hakkına sahip olduğu gibi, evlenme akdini de bizzat velisi yapacaktır. İşte fakihlerin büyük çoğunluğu (Cumhur-i Fukahâ´) bu görüştedir. Kişilik hürriyetini ön plâna alan İmam Ebu Hanife ise, onlara muhalefet etmekte ve bu noktada kendi görüşünü yalnız başına savunmaktadır. Talebesi Ebu Yusuf´un bu hususta ona katıldığı rivayet edilir. Diğer bir rivayete göre ise, onun da hocasını bu meselede yalnız bırakıp öteki fakihlere katıldığı, söylenir.
Ebu Hanife´nin bu görüşünde tek başına israr edişi, onun kişilik hürriyetine verdiği büyük değeri gösterir. Burada o, hür ve âkil bir insan üzerinde, onun bir maslahatı bulunmadıkça, velayet sabit olmayacağını kabul eder. Maslahat bulunmayınca velayete lüzum yoktur. Çünkü velayet, hürriyeti kayıt altına almakta ve zedelemektedir. Hürriyetin kayıt altına alınması, ancak daha büyük bir zararı önlemek için caiz olur.
Daha sonra Ebu Hanife şöyle söyler: Böyle bir kadının malı üzerinde kendisinin tam olarak velayet hakkı vardır. O halde kendi kendisini evlendirmede de velayeti tamamen kendisine aittir. Ebu Hanife´ye göre delikanlı erkek ve kız arasında evlenme hususunda eşitlik vardır. Erkek delikanlı nasıl evlenme konusunda tam bir velayet hakkına sahipse, delikanlı kız da bu konuda tam bir velayet hakkına sahiptir.
Fakat, Ebu Hanife bu konuda, kadının evleneceği erkeği seçmede yanılabüeceğini de düşünüyor. Eğer o, eşini seçerken yanıhrsa, sonunda meydana gelecek haysiyet kinci netice bütün ailesini rencide edecektir. Diğer fakihler, işte bu noktayı gözönüne almakta ve bu yüzden, kadının ancak velîsinin rızasıyla evlenebileceğini söylemektedirler. Burada Ebu Hanife, söz konusu olan haysiyet kırıcı durumun meydana gelmesini nasıl önlüyor veya bunun önlenmesi için nasıl bir tedbir alıyor Ebu Hanife, kadına kendisini evlendirme hürriyetini tanırken ailesinin şeref ve haysiyetini korumak için de şöyle br tedbir alıyor: Kadının ailesine denk (küfüv) bir kimse ile evlenmesi şarttır. Böyle bir kadın, kendisine ve ailesine denk olmayan birisiyle evlenmeyi tercih ederse ve velîsi de buna muvafakat etmezse, Ebu Hanife´den rivayet edilen en sahih kavle göre, bu türlü evlenme akdi fâsid´tir.
İmam Ebu Hanife ile diğer fakihler arasındaki bu konuyla ilgili ihtilâf şöyle özetlenebilir: Fakihlerin büyük çoğunluğu, kadın kötü bir eş seçer ve ailesinin şerefini aşağı düşürür korkusuyla ona kendi başına evlenme hürriyeti tanımamaktadırlar. Ebu Hanîfe´ye göre ise, insan hürriyetinin kayıt altına alınması, bizzat büyük bir za rardır. Meydana gelip gelmiyeceği ihtimalden ibaret olan bir zararı önlemek için, kişinin hürriyetini elinden almak gibi daha büyük bir zarara sebep olunamaz. Ona hürriyeti tam olarak verilir, ancak o fiilen kötü bir eş seçerse evlenme akdi fasid olur. Böylece Ebu Hanife hem kadının hürriyetini, hem de aile veya velîsinin şerefini korumuş olur.[40]
Âkıl bir insan hacr edilemez: Ebu Hanife, sefihi de ma´tûhu da hacr etmez[41]. Ona göre kişi bulûğa ermekle akıl sayılır. İsterse sefih olsun isterse olmasın. O, müstakil bir şahsiyete sahip insandır. Bir kimse sefihlik ederek malını israf etse veya ma´tûh olduğu için malını işletmesini bilmese de, onun hacr´i cihetine gidilemez. Çünkü ona müdâhale etmek kimsenin, hakkı değildir. O, başkasına zarar vermedikçe istediği gibi hareket edebilir. Böyleşinin hacr edilerek malını istediği gibi kullanmasından alıkonulmasında bir maslahat da yoktur. Çünkü hacr, onun şerefini rencide etmek ve hattâ insanlığını yoketmektir. İnsanın mal ve mülkünde istediği gibi müstakil olarak tasarruf etmesi, güzel tasarruflarının neticesinde iyilik görmesi, kötü tasarruflarının neticesinde de zarara uğraması, onun sırf insan olduğu için sahip bulunduğu insanlık şeref ve haysiyetinin iktizâsıdır. Hürriyetin savunucusu olan İmam A´zam´a göre hacr, malın boşa sarfedilmesinden daha büyük bir zarardır. Zira hür bir insan için hacr edilmek, mallarının yok olmasından daha çok elem ve ıztırap vericidir.
Bir kimse, sefih ve matuh insanların hacr edilmesinde toplumun maslahatı da vardır diyemez. Çünkü toplumun maslahatı, malların üretici ellere intikalindedir. Onları, çalıştıramıyan kimselerin zimmetinde tutmakta ve başkalarını onlara bekçi yapmakta bir maslahat yoktur. O halde toplumun maslahatı, malların uyuşuk ellerden çıkıp çalışan ellere geçmesindedir. Mal, beceriksiz ve onu tutamıyan bir ele geçerse o zaman, onu işletecek ve muhafaza edecek başka ellere bırakmak gerekir. İmam Ebu Hanife «Ben, 25 yaşına ulaşmış bir insanı hacr etmekten haya, ederim», derdi. İşte bu, büyük İmamın insanlığa ve şahsî hürriyete gösterdiği saygının bir delili ve insan için tanıdığı yüksek şerefin bir nişanesidir.
Mısır mahkemelerindeki tecrübeler isbat etmiştir ki; sefih ve matuhun hacr´i için açılan dâvalarla mal sahibinin maslahatı korunmak istenmemekte, ancak bununla kişiye işkence etmek, onun iyilik yapmasını engellemek istenmektedir. Bu dâvaların asıl sebebi, bazı mirasçıların kendi menfaatlarını teminat altına almak endişesidir. Halbuki İslâm hukukçularına göre hacr, mirasçıların korunması için değildir. Çünkü, mal sahibi yaşadığı müddetçe onların ne mal üzerinde, nede mal sahibi üzerinde hiç bir hak ve selâhiyetleri yoktur.[42]
Borçlu Hacr edilmez ve hiç kimse malındaki tasarruf hakkından alıkonamaz: İmam Ebu Hanife, nasıl sefih ve matuhu hacr etmiyorsa aynı şekilde borçlu (medîn) kimseyi de hacr etmez ve malındaki tasarruf yetkisini kısıtlamaz. İsterse borçları malının tamamını aşmış olsun. O, ancak borçluyu borcunu ödemek üzere takip, hapis ve bedenî olarak icbar etmek cihetine gider. Zira, borcunu ödemekten kaçınan kimse alacaklıya zulmetmektedir. Peygamberimiz; «İmkânı olduğu halde borcunu sallayan kimse cezayı haketmektedir» buyurmuştur. Fakat, borçlunun tasarruf iradesi, akit ve sözleşme hakkı elinden alınamaz. îslâm hukukçularının büyük çoğunluğu, Ebu Hanife´nin ileri sürdüğü bedenî cezaları kabul etmekle beraber, borçlunun malı üzerindeki kavli tasarrufunu da velinden almaktadır. O, borcunu ödemedikçe mülkünde tasarruf edemez. Borcu malının tamamını aşmasa dahi, malı cebren satılarak borcu ödenir.
İmam Ebu Hanife ise, fıkhında, insanın iradesini elinden alıp onun malında başkasının kavlî tasarrufunun geçerli oluşunu kabul etmemektedir. Ona göre mülkiyetle hürriyet birbirinden ayrılmaz. Mülkiyetin bulunduğu yerde tasarruf hürriyeti de bulunur. Ve asla bunlar birbirinden ayrılmaz. İmam A´zanı, böylesine, daima hürriyetten yana olmuştur.
Ebu Hanife, insanın mülkündeki tasarruf hürriyetini o derecede korur ki, mahkemenin dahi bu hürriyete müdâhale etmesini ve onu kayıt altına almasını kabul etmez. İnsanın kendi mülkündeki tasarrufu başkasına zarar verecek olursa, o zaman bu, şuurlu dinî bir vicdana havale edilir. Çünkü bu gibi şeylere mahkemece yapılan müdâhaleler daha çok husûmet ve çekişmelere, dinî duyguların zayıflamasına sebep olur. İnsanın dinî duygusu zayıfladıktan sonra bunu elde ettiği maddi şeyler telâfi edemez. Beri yandan,´ dinî sağlam bir duygu, hertürlü tecavüz ve çekişmeyi tek başına önlemeye kâfidir. Bir insan kendi maslahatının, komşusunun maslahatıyla ortak oluşunun şuuruna sahip olursa, daima ona iyilik etmeyi düşünür. Bunların arasına mahkeme yoluyla bir müdâhale yapılırsa müşterek maslahat duygusu zayıflar. İsteyerek ve hürriyet içerisinde yardımlaşmanın yerini düşmanlık alır. Ebu Hanîfe, insanların muamelelerinde dîne bağlı müsamahakâr hürriyeti, müsamaha ruhundan yoksun ve zorlayıcı kazâî hükümlere daima tercih eder.
Rivayet edildiğine göre; bir kişi, Ebu Hanife´ye gelip komşusunun evinde kendisinin duvarına yakın bir yerde kuyu kazdığından şikâyetlenmiş ve bu, kuyunun devamlı kullanılması sebebiyle kendi duyarının zarar göreceğini söylemiştir, İmam A´zam da ona; git komşuna söyle, demiştir. Şikâyetçi şahıs da; ona söyledim dinlemedi, demiştir. Bunun üzerine Ebu Hanîfe ona; öyleyse git, sen de evinin dahilinde onun kuyusunun karşısına bir lâğım çukuru kaz, diye söylemiştir. Adam da, Ebu Hanîfe´nin dediğini yapmıştır. Tabıatiyle çukurun pis suyu komşusunun kuyusuna sızmaya başlayınca o, bunun üzerine kendi kuyusunu kapatmak zorunda kalmıştır. İşte Ebu Hanife´nin bu tavsiyesi, komşular arasında yardımlaşma duygusunun gelişmesini hedef tutmaktadır.
Ebu Hanîfe, insanın mülkündeki tasarruf hürriyetini korumak maksadıyladır ki vakfın lüzumu´na (yani vakfın, vâkıfın hayatında kesinlik ifade etmesine) cevaz vermemiştir. İmam A´zam´a göre vakfın lüzumu, mal sahibinin kendi mülkünde tasarruf hakkını engellemektedir. Ona göre tasarruf hakkı olmayan bir mal sahibi düşünülemez. Vakfın, vâkıfın mülkiyetinden çıkmış olduğunu da Ebu Hanîfe kabul etmez. Çünkü vâkıfın mülkiyetinden çıkan vakıf mal, sahipsiz kalmaktadır. İşte böyle bir şeyin mülkiyet vasfı ortadan kalkmaktadır. Vakfın, Allah´ın mülkü olduğunu söylemek de Ebu Hanîfe´yi tatmin etmez. Çünkü bu, kuru bir lâftan ibarettir. Zira aslında, her şey Allah´ın mülküdür. Dilimizdeki mülkiyet mefhumu, bir malın Allah´a nisbet edilmesiyle değil, insana nisbet edilmesiyle açıklanır. Ancak Ebu Hanîfe, böyle bir vakfın cami için yapıldığı takdirde kesinleşebileceğini düşünür. Zira cami Allah´a ibadet için ayrılmış bir yer olup mülkiyeti sadece Allah´a izafe edilir; başka birine izafe edilemez.[43]
Hanefi Mezhebinin Nakil Ve Tedvini
îmam Ebu Hanife, başlı başına bir kitap´telif etmemiştir. Ancak ona birtakım küçük risaleler nisbet edilmektedir. el-Fikhu´I-Ekber, el-ÂIim ve´1-Müteallim, 132 H. yılında ölen talebesi Osman el-Betti´ye yazdığı risale ile Kaderiyye görüşlerini reddetmek için kaleme aldığı risale bunlar arasındadır. Bu risalelerin hepsi kelâm ilmine, öğüt ve nasîhata dairdir. îmam A´zam, fıkha dair bir eser yazmamıştır. Onun fıkhı görüşlerini, ictihad ve fetvalarını nakleden ve bir araya toplayan talebeleridir.
Ebu Hanîfe´nin fıkhmı ve ilmî çalışmalarını unutulmaktan kurtaran kıymetli talebeleri arasında, bilhassa, iki isme Taslamaktayız. Bunlara, îslâmm fıkıh tarihinde, İmam A´zam´la Uzun zaman arkadaşlık ettikleri, ondan ayrılmadıkları ve hocalarının kurmuş olduğu fıkıh ekolünü yaşattıkları için «sâhibeyn» (iki arkadaş veya iki talebe) adı verilmektedir.
İşte bunlardan birincisi Yakub b. îbrahim el Ensârî (öl. 182 H.) olup «Ebu Yusuf» diye bilinir ki, oğlu Yusuf ile künyelenmiştir. îmam Ebu Yusuf, İmam Ebu Hanîfe öldükten sonra 32 yıl daha yaşamıştır. Ebu Yusuf´un yazmış olduğu ve Ebu Hanîfe´nin görüş ve rivayetlerini de içine alan önemli eserleri şunlardır:
1 Kitab´ul-Âsâr: Bu eseri, Ebu Yusuf un oğlu Yusuf babasından, o da Ebu Hanîfe´den rivayet etmiştir. Bu eserdeki senedler, Ebu Hanife´den sonra Uz. Peygamber´e, bir sahabîye veya Ebu Ha-nife´nin rivayetini benimsediği bir tabiîye dayanır. Aynı zamanda bu «serde o, Irak fakihlerinden bir çok tabiilerin fetvalarını toplamıştır. Bu eser, Ebu Hanîfe´nin istinbat metoduna bağlı olan bir fıkıh mecmuası duruumnda olup îmam Ebu Hanîfe´nin istinbat ve ic-tihad´daki mevkiini göstermektedir.
2 İhtilâfu Ebî Hanîfe ve İbni Ebi Leylâ: Bu eserde Ebu Yusuf, 148 H. tarihinde ölen Kadı İbni Ebî Leylâ ile İmam Ebu Hanîfe arasındaki ihtilâfları toplamıştır. Burada, Ebu Hanîfe´nin görüşlerinin bir müdafaası yapılmaktadır. Ebu Yusuf´un bu eserini rivayet eden Muhammed b. el-Hasen eş-Seybâni´dir.
3 er-Reddü Alâ Siyeri´l-Evzâî: Bu değerli eserde, savaş halinde müslüm anlarla gayri müslimler arasındaki alâka ve münasebetler ve cihadla ilgili hususlarda Evzaf ile diğerleri arasındaki ihtilâflar yeralmaktadır. Burada Ebu Yusuf, Iraklıların görüşünü desdeklemekte ve Evzaî´nin fikirlerini reddetmektedir.
4 Kitab´ul-Harâc: Ebu Yusuf, bu ölmez eserinde islâm devletinin maliyesi için değişmez ve sağlam bir nizam ortaya koymaktadır. Burada o, hocası Ebu Hanîfe´ye muhalefet ettiği meseleleri de ele alıp hem kendi görüşünü hem de hocasının görüş ve içtihadını büyük bir samîmiyyet, ciddiyyet ve ilim adamından beklenilen bir dürüstlükle anlatır. Burada ihtilaflı olduklarını anlatmadığı hususlarda onun hocasıyla fikir birliğine sahip olduğu düşünülebilir.[44]
İmam A´zam´ın mezheb ve görüşlerinin yayılmasını sağlayan ikinci talebesi, Muhammed b. el-Hasen eş-Şeybânîdir. O, 132 H. yılında doğmuş ve 189 H. yılında ölmüştür. İmam Muhammed, Ebu Hanîfe´nin derslerine kısa bir müddet devam edebilmiştir. Fakat, Ebu Hanîfe ile başladığı tahsilini Ebu Yusuf´tan tamamlamış olup İrak fıkhının hafızı sayılır. Bütün bölümlerini içine almak üzere fıkhı tedvin eden ilk ilim adamı odur. Kendisine bu fıkhî çalışmalarında ikinci hocası Ebu Yusuf yardımcı olmuştur. İmam Muhammed´in fıkıh mecmuaları çoktur. Fakat, fıkıh´da gerçekten ilk kaynak vazifesi gören eserleri şu altı kitabıdır:
1 el-Asl (el-Mebsût)
2 ez-Ziyâdât
3 el-Câmi´us-Sağîr
4 el-Câmi´ul-Kebir
5 es-Siyer´us-Sagir
6 es-Siyer´ul-Kebir
İmam Muhammed bu kitaplarının bir kısmını hocası Ebu Yusuf´la müzakere etmiş, bir kısmını da ona arzetnıiştir. «Kebir» diye vasıflandırdığı kitapları tek başına rivayet ettiği, «Sagîr »diye vasıflandırdığı kitapları da Ebu Yusuf´a arzettiği söylenmektedir.
Bu altı kitaba, îmam Muhammed´den açıkça rivayet edildiği için «Zâhir-i Rivaye» adı verilir. Bunlar Hanefi Mezhebinde kaynak vazifesini görür. Özel bir tercih sebebi bulunmadıkça bu kitaplardaki görüşler terkedilmez. îmam Muhammed´in aynı derecede iki kitabı daha vardır:
1 Kitab´ur-Redd Ala Ehl´il-Medine
2 Kitab´ul-Âsâr
Bunlardan ikincisi, Ebu Yusuf´un «Kitab´ul-Âsâr» ından çok şey nakleder. İmam Muhammed´in «Kitab´ur-Redd Âlâ Ehl´il-Medine» sini İmam Şafiî rivayet etmiştir.
İmam Muhammed´e nisbet edilen başka eserler de vardır. Fakat bunlar güvenilir râvîlerce nakil ve rivayet edilmesi bakımından önceki kitaplarının derecesinde değildir. Bu kitaplar şunlardır:
1 el-Keysâniyyât
2 el-Hârûniyyât
3 el-Cürcâniyyât
4 er-Rakkıyyât
5 Ziyâdet´Uz-Ziyâdât
Bu kitaplara «Gayri Zâhir-i Rivaye» denilir. Çünkü bunlar, İmam Muhammed´den açıkça rivayet edilmemiştir.[45]
Hanefi Mezhebi´nîn Gelişmesi Ve Yayılışı
Hanefî mezhebi istinbat ve tahric sayesinde son derecede gelişmiştir. Bu mezhebin gelişerek yayılmasını sağlıyan âmiller şu üç noktada toplanabilir:
1 İmam Ebu Hanife´nin talebeleri pek çoktu. Bunlar, onun görüşlerini yaymak, fıkhının dayandığı esasları açıklamak hususunda çok gayret göstermişlerdir. Pek az meselede hocalarına muhalefet etmişlerse de umumî olarak onun görüşlerine uymuşlardır. İster hocalarına uysunlar isterse muhalefet etsinler, onun dayandığı delilleri açıklamayı ihmal etmemişlerdir. Aynı zamanda Ebu Hanîfe´-nin görüşlerine dayanarak birçok fer´î meseleleri ele alıp incelemişler ve bu meselelerin dayandığı kıyasları açıklamışlardır.
2 İmam Ebu Hanife´nin talebelerinden sonra gelen ve bu mezhebe bağlı olan fakihler, hükümlerin illetlerini ortaya kovmaya ve bunları gelecek asırlarda meydana çıkacak olan meselelere tatbik etmeye çok önem vermişlerdir. Bunlar, mezhebin fer´î meselelerde dayandığı hükümlerin illetlerini tesbit edip ortaya çıkardıktan sonra birbirine benzeyen bütün meseleleri genel kaideler altında toplamışlardır. Böylece, çeşitli furû´ meselelerini içine alan külli kaide ve nazariyeler koyarak, mezhebi sistemleştirmişlerdir.
3 Hanefî Mezhebi, çeşitli örfleri bulunan birçok ülkelere yayılmıştır. Bu ülkelerde yeni hükümler çıkarmayı gerektiren bir çok olaylar meydana gelmiş ve bu sırada Abbasi devletinin resmî mezhebi olmak sıfatıyla Hanefî Mezhebi, bu meseleleri halletmek mecburiyetinde kalmıştır, İşte Hanefî Mezhebi, Abbasi Devletinin resini mezhebi olarak beşyüz seneden fazla İslâm ülkelerinde tatbik edilmiştir. Harun er-Reşîd, Ebu Yusuf u Bağdad kadısı olarak tâyin et-; mistir. Aynı zamanda Ebu Yusuf, Başkadı (Kâdı´l-Kudât) lık makamında olup bütün vilâyetlerin kadıları onun emriyle tâyin ediliyordu. Ebu Yusuf, tabiî olarak ancak Hanefî Mezhebini benimseyen fakihleri kadı tâyin ediyordu. Bu suretle Hanefî mezhebi büyük bir yayılma imkânına kavuşmuştur.
Şüphesiz, çeşitli örfler istinbat işini geliştirmiştir. Bilhassa Hanefî mezhebine göre, hakkında nass bulunmayan meselelerde ve istinbatm kıyasa dayandığı yerlerde örf, istinbat esaslarından birini teşkil eder.[46]
Hanefî Mezhebi´nîn Yayıldığı Ülkeler
Hanefi mezhebi, Abbasi Devletinin hâkim olduğu bütün ülkelerde yayılmıştır. Mezhebin otoritesi devletin otoritesiyle orantılı idi. Devletin otoritesi zayıfladığı zaman mezhebin otoritesi de zayıflıyordu. Ancak, bazı ülkelerde tamamen halka mal olurken, diğer bir kısım ülkelerde de sadece resmî mezheb olarak kalıyor ve ibadet hususunda halk üzerinde hâkimiyet kuramıyordu. Irak, Mâverâünnehr ve fethedilen doğu İslâm ülkelerinde hem resmî, hem de halkça benimsenen mezheb, Hanefi mezhebi idi. Türkistan ve Mâverâünnehr´-de Şafiî mezhebi ile Hanefî mezhebi arasında sert mücadeleler olmuş ve her iki mezheb bilginleri birbiriyle şiddetli tartışmalara girmişlerdir. Matem törenlerinde bile fıkhî tartışmalar yapılır ve bu tartışmalar taziye yerine geçerdi. Bu türlü sürekli fıkhî münazaraların sonunda çeşitli deliller ve bu delillerden de ilim doğmuş, müs-lümanlar arasında her hangi bir düşmanlık yaratılmamıştır.
Irak ve doğu İslâm ülkelerine bir gözatarsak görürüz ki, Hanefî mezhebi Şam´da hem halkın hem de hükümetin mezhebi olmuştur. Mısır´a doğru gelirsek, Mâlikî ve Şafiî mezhebinin Mısır halkı üzerinde hâkimiyyet kurma mücadelesi ettiğini görürüz. Çünkü Mısır´da bir yandan İmam Mâlik´in birçok talebeleri bulunuyordu-, öte yandan da İmam Şafii hayatının son kısmını Mısır´da geçirerek ölmüş ve oraya defnedilmişti. Dolayısıyla, Mısır´da her iki mezhebe mensup seçkin ilim adamları bulunuyordu.
Daha sonra Hanefi mezhebi, resmî bir mezheb olarak, Mısır´a gelmiş, fakat halk üzerinde bir otorite sağlayamamıştır. Mısır´ı Fatımî Devleti işgal edince, Hanefî mezhebinin buradaki resmi otoritesini kaldırmış ve yerine Şiî İmamî mezhebini hâkim kılmıştır. Fatımîlerin yerine geçen Eyyûbîler, Şafiî mezhebini desteklemişler, yalnız Nuruddin eş-Şehid (öl. 569 H.)[47], Hanefî mezhebini halk arasında yaymaya çalışmış ve bu mezheb için medreseler yaptırmıştır. Kölemenler devrinde Mısır´da her dört mezhebe göre kazâî hükümler verilmiştir.
Kavalalı Mehmet Ali Paşa (öl. 1849 M.) Mısır´a hâkim olunca tek başına Hanefi mezhebini resmi mezheb olarak ilân etmiştir.
Hanefî Mezhebi Mısır´dan Batıya (Mağribe) geçememiştir. Ancak Esed-b, el-Furat b. Sinan (öl. 213 H)[48] devrinde Mağrib´e geçen Hanefî mezhebinin ömrü, orada çok kısa olmuştur. Çünkü Ağlebiler Devletinin otoritesi çok güçlü idi ve bu hanedan mensupları Mâliki mezhebini tutuyorlardı. İşte bu yüzden Mağrib ve Endülüs´de tek başına Mâliki mezhebi yayılma imkânını [49]bulmuştur.[50]
--------------------------------------------------------------------------------
[1] İslam da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/205.
[2] İslam da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/207-208.
[3] İslam da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/208-209.
[4] İslam da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/209-210.
[5]Ebu Hanîfe, oğluna, hocası Hammad´ın ismini vermiştir. Çeviren.
[6] İbnul-Bezzazi, Menakıbu Ebî Hanîfe, c. I, s. 111.
[7] İslam da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/210-211.
[8] İslam da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/211-213.
[9] İslam da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/213-214.
[10] el-Mekkî, Menakibu Ebî Hanife, c. II, s. 91.
[11] İslam da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/214-216.
[12] Adı geçen eser, s. 26.
[13] el-Mekkî, Menakıbu Ebi Hanîfe, c. I, s. 268.
[14] İbni Abdilberr, el-İntikâ´, s. 130.
[15] Tarihu Bağdad, c. XII, s. 352.
[16] Aynı eser, s. 402.
[17] Bu eser, Manastırlı İsmail Hakkı tarafından «Mevâhibu´r-Rahmân» adı ile Türkçeye çevrilmiş ve 1310 H. yılında İstanbul´da basılmıştır. Çeviren.
[18] İslam da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/220-225.
[19] İslam da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/226.
[20] Tarihu Bağdad, c. XIII, s. 358.
[21] Aynı eser, c. XIII, s. 360.
[22] el-Hayrâtul-Hisân, s. 61.
[23] el-Mekki, Menâkibu Ebî Hanîfe, c. II, s. 106.
[24] İslam da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/226-229.
[25] Îbnu´l-Bezzâzî, Menâkıbu Ebî Hanîfe, c. I, s. 55.
[26] İbnul-Esir, el´Kâmil, c. V. 122, 125 ve 130 yıllarına ait olaylar kısmı.
[27] el-Mekkî, Menâkıbu Ebî Hanîfe, c. I, s. 23, 24.
[28] İbnul-Bezzâzî, Menâkıbu Ebî Hanîfe, c. II, s. 22.
[29] Adı geçen eser, c. II, s. 17.
[30] el-Mekkî, Menâkıbu Ebî Hanîfe, c. I, s. 215.
[31] İslam da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/229-237.
[32] İslam da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/238.
[33] Tarîhu Bağdad c. XIII, s. 368.
[34] el-Mekkî, Menâkıbu Ebi Hanife, c. I, s. 82.
[35] İslam da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/238-240.
[36] Selem, para peşin mal veresiye olmak üzere yapılan bir akittir. Meselâ, tarladaki pamuğun yetişmeden önce parası ödenerek satın alınması böyledir. Yalnız, burada faiz gayesinin giidülmemiş olması şarttır. Murabaha, malın yüzde beş veya yüzde on kârla; Tevliye, nialm abş fiatma; Vadia da, malın alış fiatından daha aşağı bir fiyatla satılmasıdır.
[37] el-Mebsût, c. XII, s. 110.
[38] Güveni sarsmamaktır.
[39] İslam da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/241-243.
[40] İslam da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/243-245.
[41] Sefih, israfçı yani malım yerli yersiz saçıp savuran kimsedir. Mâtûh, bu. nak yani akıl ve şuuru tam olarak yerinde değilse de, deli de olmayan kimsedir. Hacr; delilik, çocukluk vb. sebeplerden Ötürü kişinin kavli ta» sorruftan yani akit, sözleşme gibi.tasarruf hakkından mahrum edilmesidir. Çeviren.
[42] İslam da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/245-246.
[43] İslam da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/246-247.
[44] Kitabul-Harac, sayın Dr. Ali özek tarafından dilimize çevrilmiş ve neşredilmiştir. Çeviren.
[45] İslam da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/248-250.
[46] İslam da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/250-251.
[47] Bu sultan, Musul Atabeyi İmamüddin´in, Suriye ve civarında geniş bir hükümdarlık kuran oğlu ve el-Melik el-Adü unvanıyla anılan Nuruddin Mahmud´dur. Bilhassa bu, Hanefî mezhebini hâlam olduğu yerlerde yaymış ve bir çok medrese, hastane ve dârul-hadîs inşâ etmiştir. Salânaddin Eyyûbî ve amcası Şirkûh onun kumandanları olup, bunları, Mısır´a o göndermiştir. Çeviren.
[48] Bu zat, 142 H. yılında Kayravan´da doğmuş, önce İmam Mâlik´ten, sonra da Bağdad´a gelip Ebu Hanîfe´nin talebelerinden ders okumuştur. 181 H. yılında Kasavan´a dönen ve bir müddet sonra meşhur bir faldh olarak dikkati çeken Esed b. el-Furat, Kayravan Kadılığına tâyin edilmiş ve Hanefî mezhebini Tunus ve Cezayir´de yaymaya çalışmıştır. 213 H. yılında Sicilya´ya karşı sevk ve idare ettiği askerî herakâtı sırasında vebaya yakalanarak ölmüştür. Çeviren.
[49] Osmanlılar zamanında, İmparatorluğa dahil olan bütün ülkelerin resmî mezhebi, Hanefî mezhebi olup kazaî hüküm ve fetvalar tamamen bu mezhebe göre verilmiştir. Irak, Horasan, Sicisfan, Türkistan, Mâverâün-nehr, Kafkasya, Azerbaycan, Kıran, Kazan, Çin, Afganistan, Hindistan, Pakistan, Suriye, Yemen, Habeşistan, Anadolu, Balkanlar ve Türkler vasıtasıyla fethedilip İslâmlaştınlan ülkelerdeki müslümanlann ekserisi Hanefî Mezhebine bağlıdır. Bazı ülkelerde Hanefî mezhebi için «Türklerin Mezhebi» denmek bir gelenek olmuştur.
Dünyadaki bütün müslümanlann yaklaşık olarak üçte ikisi Hanefî roez-heblndedir. Çeviren.
[50] İslam da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/251-252.
İMAM EBÛ HANÎFE ve MEZHEBİ[1]
İmam Ebû Hanîfe (80 - 150 H.)
İslâm dini, Horasan ve İran´da yayıldı. Bütün Irak ve çevresini istilâ etti. Birçok büyük mevki´ ve asalet sahibi insanlar, bu istilâ sırasında müslumanlar tarafından esir edildi. îşte bu esirler arasında zengin, asalet sahibi ve Iran asıllı birisi vardı ki adı Zûtâ idi. îlk mücahit müslumanlar, büyüklükleri icabı, ellerine esir düşen insanları köle olarak tutmuyorlar, onları serbest bırakıyorlardı. Gerçi bunları bazan köle olarak aldıkları da oluyordu. Fakat, dinin emirlerine ve Hz. Peygamber´in sünnetlerine uyarak, kısa bir yoldan onları âzâd cihetine gidiyorlar, ağalık ve ululuk satma yerine, dostluğu ve sevgiyi tercih ediyorlardı.
Bunun için Zûtâ da kısa bir zaman sonra esirlikten veya kölelikten kurtuldu. O da tam olarak âzâd edilip hür insanlar arasına katıldı. Bundan sonra Benî Teym b. Sa´lebe kabilesinin azatlısı oldu. Bu kabîle, Kureyş^den gelen Teymîlerden başka bir Arap kabîlesidir. Allah, Zûtâ´ya hürriyeti nasip ettikten sonra, bundan daha büyük ve daha değerli olan islâm nimetini de ihsan eyledi. Bu asil insan, lâyıkıyla müslüman olmuş, ana vatanı olan Kabil´den islâm medeniyetinin ilk merkezlerinden biri ve İran´a en yakın bulunan Küfe Şehrine göç etmiştir.
Zûtâ, Kûfe´de İmam Ali b, Ebî Tâlib (R.A.) ile karşılaşmış ve onu son derecede sevmiştir. Nevruz bayramı münasebetiyle Hz. Ali´ye pâluze (pelte) ikram etmişitr. Bu, onun büyük İmamla olan ilgisinin kuvvetli oluşunu, kendisinin zenginliğini ve Peygamber´in Ehl-i Beyt´ine karşı duyduğu sevgiyi gösterir.
Onun, müslüman olduktan sonra bir oğlu dünyaya geldi. O, bu oğluna Sabit adını verdi, işte bu Sabit, Hz. Ali´ye karşı babası gibi son derecede ilgi duyuyordu. Bir çok rivayetlere göre Hz. Ali, Sâbit´e Allah´tan hayırlı bir evlât vermesini dilemiştir.
Allah, İmam Ali (R.A.)´nin bu duasını kabul buyurmuş ve Sâ-bit´e Irak´ın fakîhi istersen îslâmın fakihi diyebilirsin Numan´ı ihsan etmiştir. îmam Şafiî, bu büyük fakih hakkında: «insanlar fıkıhta Ebu Hanife´nin iyalidir» demiştir. Tarihin «Ebu Hanife» ismini verdiği Numan b. Sabit, bu künye ile tanınmış ve nesilden nesile ismi, İlim ve düşüncenin sembolü olmuştur.[2]
Doğumu Ve Gençliğî
Ebu Hanife, Kûfe´de doğup büyüdü ve ömrünün çoğunu orada geçirdi. Çok küçük ´yaşta iken o çağdaki dindar insanların çocukları gibi o da Kur´an-ı Kerim´i hıfzetti. Hıfzını bitirdikten sonra unutmamak için Kur´an-ı Kerim´i en çok okuyan´ insanlardan biri olmuştur. Ramazanda bir kaç defa Kur´an-ı Kerim´i hatmettiği rivayet edilir. Birçok rivayetlere göre o, kıraat ilmini Yedi Kurrâ´dan biri olan İmam Âsım´dan öğrenmiştir. Kur´an´m hıfz ve kıraatim tamamladıktan sonra genç yaşında hadis tahsil etti ve dinî bilgisini artırdı.
Ebu Hanîfe´nin içinde doğup büyüdüğü aile, Kûfe´de ticaretle uğraşan ailelerden biridir. Ailesi, ipekli kumaş ticaretiyle meşgul olduğu için onu da ticarete teşvik ediyordu. Kendisi de, ailesi gibi ticarete karşı büyük bir kabiliyete sahip olmakla beraber, ayrıca İlim ve aklî araştırmalara yönelen bir zekâ ve kafaya sahipti. Dedesi ve babası, Hz. Aliye olan bağlılıkları sebebiyle dört yanı nuru ile aydınlatan yeni dini, yani İslâmı anlamak için daima bir şevk duyardı. Ayrıca, Ebu Hanife, Kûfe´de doğmuş, orada büyümüş ve yaşamıştır ki, bu şehir Irak´ın büyük şehirlerinden biri, hattâ ikinci büyük şehri idi.
Irak, eski medeniyetlerin beşiği olduğu için hem îslâmdan önce, hem de îslâmdan sonra din ve mezheblerin de beşiği olmuştur. Süryanîler, oraya dağılmışlar ve îslâmdan önce orada Yunan ve îran felsefesinin okunduğu ekolleri meydana getirmişlerdir. Irak, Îslâmdan sonra çeşitli ırkların birleştiği, siyasî ve itikadı fikirlerin çarpıştığı bir yer olmuştur. Orada Şiîler, Hâriciler ve Mu´tezililer yanya-na idiler. Ebu Hanife´nin çağında birçok tabiîler vardj. O, bunlarla görüştü. Tabiîlerden önce Kûfe´de Hz. Ömer´in, fıkıh öğretmek ve halkı irşad etmek için gönderdiği Abdullah b. Mes´ud´dan başka îmam Ali (R.A.) gibi bir çok büyük sahabîler vardı.
Ebu Hanife, ailesinden gelen ticarî" temayülüne rağmen dikkatini Irak´ın ilmine, oradaki sahâbilerin eserlerine çevirmiş, aklî ve ilmî çalışmalara yönelmiş ve bu sayede düşünce pınarları fışkırmaya başlamıştır. Birçok cedelcilerle karşılaşmış ve sağduyusunun verdiği ilhamla bazı sapık görüşe sahip kimselerle tartışmalarda bulunmuştur. Bunlar, onun gençliğinin baharında veya çocukluğunun sonlarına doğru olmuştur. Bunların yanında o, genel olarak ailesinin mesleği ve geçim yolu olan ticarete yönelmişti. Öyle anlaşılıyor ki, boş vakitlerinde İlim meclislerine pek az gelip gidebiliyordu. Hayatı, babası gibi ticaretle geçiyordu. Malm çekici yönleri olmakla beraber, ilmin de nuru ve cezbesi vardır. İşte bu yüzden, ticarî hayatının verdiği imkân nisbetinde Ebu Hanife´nin aklî ve zihnî susuzluğunu ancak İlim giderebiliyordu.[3]
İlme Doğru
Ebu Hanife´nin bu durumu, zekâ bakımından bilginlerin dikkatini çekinceye kadar sürüp gitti. Bilginler, onu, kendisini büsbütün ticarete vermekten kurtarıp okumaya ve ilme teşvik ettiler. Kendisinden şöyle rivayet edilir:
«Bir gün Şa´bîye rasladım, oturuyordu. Beni çağırdı ve nereye gidiyorsun, diye sordu. Çarşıya gidiyorum, dedim. Şa´bî de; çarşıya gitmeni değil, âlimlerin yanma gitmeni isterini dedi. Ben de âlimlerin yanma çok az uğruyorum diye cevap verdim. Bunun üzerine o, bana; öyle yapma, senin İlimle uğraşman ve bilginlerin yanından ayrılmaman gerekir; çünkü ben, sende dinamik bir zekâ ve uyanıklık görüyorum, dedi. Ebu Hanife, sözünü şöyle bitirmektedir: Şa´-binin bu sözleri kalbimde son derecede büyük bir yer etti. Çarşı vg pazara gitmeyi bıraktım, İlim tahsiline koyuldum. Allah, Şa´bînin bu sözleriyle beni çok faydalandırdı.
Ebu Hanife, bundan sonra vaktinin çoğunu İlim yolunda sarfet-miş, çarşı ve pazara çok gidip gelmeyi bırakmıştır. Çarşıda pazarda olup bitenlerden bile habersiz kalmış ve ticaretle ilgili bir kısım bilgilerini de unutmuştur. Buna karşılık, İlim ve onun derinliklerine inişi elde etmiştir. Gerçekten İlim denizi çok derindir. Böylece o, vakitlerinin çoğunu ilme hasretmiş ve çarşıya pek az gider olmuştur. Ebu Hanife´nin kendisini ilme verişi, onun büsbütün ticaretten uzaklaşması demek değildir. Bize kadar gelen haberlere göre o, ticarî işlerini vekili vasıtasıyla yönetiyor, kendisi de sadece bu işlere nezaret etmekle yetiniyordu. İlerde işaret edeceğimiz gibi Ebu Hanife, ancak ticarethanesinin durumunu bilecek kadar çarşıya gelip gidiyordu.
îlme yöneldikten sonra küçük yaşta kazanmış olduğu cedelci ve münazaracı mizacını ancak Kelâm ilmi tatmin ediyordu. O, bu konuda mu´tezilîİerle birçok tartışmalarda bulunuyordu. Ebu Hanife, akaid meselelerinde bilginlerle müzakerelere dalıyor, Basra´ya çeşitli sehayatlar yaparak, buradaki mu´tezilîlerin görüşlerini öğreniyor ve onlarla münazara yapıyordu. Hâricilerle de tartışmalara girişiyor ve bunların da düşüncelerini yakından tanıma imkânına kavuşuyordu. İşte Ebu Hanife, böyle fırkaların görüş, ve anlayışlarını öğrenmeye devam ediyor; fakat, onun İlim nurlarıyla aydınlanmış olan kalbi, çoğu zaman feveran ediyordu. Çünkü o, seleflerininkinden ayrı bir yoldan gidiyor ve kendisini, cedelleşmeye sebep olan ve pek fayda sağlamayan şeylerle uğraştırıyordu. Çevresine iyice göz gezdirince fıkıh halkaları Ebu Hanife´nin dikkatini çekmiştir. O çağda bu fıkıh halkalarını, halka dini hususlarda faydalı, özellikle amelî bakımdan yararlı olan meseleleri öğreten ve nazarî cedelden uzak bulunan âlimler teşkil etmekte idiler.[4]
Fıkha Doğru
Ebu Hanîfe, kendisini ilme vermiş ve sonunda fıkıh´da karar kılmıştır. Bu hususta sözü kendisine bırakıyoruz; o şöyle der:
«Kendi kendimi yokladım, düşündüm ve şu kanaata vardım.Geçmiş olan Sahâbî ve Tabiîler, bizim anladığımız şeylerin hiç birisini gözden kaçırmamışlardır. Onlar, bu şeyleri anlamada daha muktedir ve daha iyi kavrayış sahibi idiler. Meselelerin inceliklerini onlar daha iyi arılıyorlardı." Sonra onlar, bu hususlarda birbirleriyle sert bir şekilde münakaşa ve mücadelede bulunmuyorlar, faydasız mücadelelere dalmıyorlardı. Aksine, bunlardan uzak kalıyorlar ve halkı da menediyorlardı, Keza, gördüm ki onlar, şeriata ve fıkıh konularına dalmışlar, bu hususlarda birçok şeyler söylemişlerdir. Onlar, fıkıh meclisleri teşkil ederek, birbirlerini fıkha teşvik etmişlerdir. Halka fıkıh öğretmişler, müslümanları fıkıh öğrenmek için çağırmışlar ve teşvik etmişlerdir. Birbirlerine fetva vermişler ve fetva sormuşlardır. İşte İslâmın ilk asri böyle geçmiştir. Sonrakiler de onlara, yani ilk asır müslümanlarına böylece uymuşlardır. Kısaca tasvir etmeye çalıştığını onların bu tutumunu görünce ben de münakaşa, mücadele ve kelâm bahislerine dalmayı bıraktım. Fıkıh ilmi ile yetindim ve seleflerimizin yaptığı işlere döndüm. Marifet sahibi olanlarla düşüp kalktım. Ve gördüm ki, kelâmla uğraşan ve kelâm meseleleri üzerinde tartışmalarda bulunan kimselerin simaları eskilerin sımalarına, nıetodlan da salihlerin metodlaruıa uymamaktadır. Yine gördüm ki cedelcilerin kalbleri katı, ruhları kabadır. Onlar Kitab, Sünnet ve selef-i sâlih´e muhalefetten çekinmiyorlar, vera´ ve takvadan da uzaktırlar.»
Ebu Hanife, fıkha yöneldiğinde kelâm ilmini iyice okumuştu. O, akaid meselelerini açıklamakta, tevhîd´in hakikatlarım akli delillerle isbat etmekte idi. Bir kısım hadis-i şerifleri hıfzetmiş, nahiv ve edebiyatı öğrenmişti. Bütün bunlar sayesinde o, geniş bir kültür sahibi olmuştu ki işte bu kültür onun fikirlerim beslemiştir. Kalbi, aklı ve her şeyi ile Fıkıh ve Hadis´e yöneldiği zaman tam bir vukuf sahibi ve hakikatlan kavramakta idi. O, İlim hayatının başlangıcında kelâma olduğu halde, oğlu Hammad´ı[5] ve talebelerini kelâm münakaşalarına girmekten men ederdi. Oğlu, filozof babasına bir defa şöyle demiştir: «Siz kelâm münakaşalarına giriyordunuz. Bizi ise ondan men ediyorsunuz.» Bunun üzerine Ebu Hanîfe şöyle söylemiştir : «Evet, biz kelâm münakaşalarına giriyorduk. Arkadaşımızın yanılması korkusuyla sanki aklımız başımızdan gidiyordu. Siz ise kelâm münakaşalarına giriyor ve arkadaşınızın yanılmasını istiyorsunuz. Arkadaşının yanılmasını isteyen kişi, onun küfre gitmesini istiyor demektir. Arkadaşının küfre gitmesini isteyen ise, ondan önce kendisi küfre [6]gider.[7]
İlm Ve Fıkıh Alanında
Ebu Hanîfe, ilmî çalışmalarının sonunda fıkha dönmüştür. O,-Kitab ve Sünnet´ten hükümler çıkarmaya, meseleleri bunlar üzerine bina etmeye, selef-i sâlihin rivayet ettiği hadisleri araştırmaya, öncekilerin ittifak ettikleri veya ihtilâfa düştükleri konuları öğrenmeye koyulmuştur. O, sahabîlerin ihtilâfa düştükleri meselelerde onların görüşlerinin dışına çıkmaz, fakat bunlardan her hangi birisini benimserdi.
Ebu Hanîfe, fıkıh tahsilini kimden yapmıştır Bu soru, bizzat Ebu Hanîfeye sorulmuş, kendisi de onu şöyle cevaplandırmıştır: «Ben, İlim ve fıkhın merkezinde idim. İlim ve ´fıkıh ehli ile düşüp kalktım. Bu İlim ve fıkıh merkezindeki fakihlerden birinin yanından hiç ayrılmadım.» İmam Ebu Hanife´nin işaret ettiği İlim merkezi Küfe şehridir. Ali b. Ebî Tâlib, Abdullah b. Mes´ud (R.A.) gibi büyük sahabîlerin ilmi bu şehirde toplanmıştır. Tabiîlerden Alkame, İbrahim Nahaî, bu sahabîlerin yolundan gitmişlerdir. Kıyas ve tahrice dayanan fıkıh burada mevcuttu.
Büyük İmamın yukarıdaki sözü, bir öğrencinin ilminin, ancak şu esasa dayandığı takdirde sağlam olacağını göstermektedir:
l Bir İlim muhitinde yaşamak ve bu muhitin güzel havasını teneffüs etmek,
2 Bilginlerle düşüp kalkmak ve çağındaki her türlü fikir hareketleriyle temas etmek,
3 Kendisine, önemli meseleleri açıklayan ve kapalı şeylere karşı onu uyaran bir üstadın yanından ayrılmamak. Ta ki o, her hususta basiretli hareket etsin, sapmasın ve perişan olmasın. Eskiden âlimler şöyle söylerlerdi: Kim yetiştirici bir üstaddan İlim tahsil etmezse olgun bir düşünce ve sağlam bir görüş sahibi olamaz. İbni Haldun, îbni Hazm el-Endelüsî´nin fıkıh çalışmalarındaki metodunu kınar ve onu yetiştirici bir üstaddan İlim tahsil etmemekle itham ederdi.
Allah, Ebu Hanîfe´ye bunların hepsini vermişti. O, felsefe ve akaid İlimlerinin beşiği olan Kûfe´de bulunuyordu.
Bu şehir, fıkıh çalışmaları bakımından Medine ile yarışıyordu. Gerçi hadis ilmi bakımından Medine´ye ulaşamıyorsa da, meseleleri nass´lara dayandırma ve hakkında nass bulunmayan meseleleri, hakkında nass bulunan meselelere kıyas etmek bakımından büyük bir mesafe katetmişti. İbrahim Nahaî ve kendisinden sonra talebeleri, Kur´an ve Sünnet hükümlerinin dayandığı illet (sebeb)´leri ortaya koymuşlardır. Onlar, hükmün illetini kavradıkları zaman o hükmü bu illeti taşıyan her meseleye tatbik etmişlerdir. Onlar, birbirinin kıyaslarını tetkik ediyorlar ve karşılıklı münazalarda bulunuyorlardı. İşte Ebu Hanîfe, böyle bir fıkıh atmosferi içinde yaşamış ve fıkıh tahsİlim böyle bir muhitte yapmış, sonra da fıkıhta en yüksek mevkii ihraz etmiştir. Böylece o, Kûfe´nin üstadı ve Irak´ın fakîhi olmuştur.
Ebû Hanife, fıkıh tahsil ederken çeşitli mezheb ve fırkaların üs-tadlarıyla temas etmiştir. Bunların hepsi Ehl-i Sünnet fukahâsı olmadığı gibi aralarında dinde ve fıkıhta kıyas ve re´y´e müsaade etmeyenler de vardı. Aynı zamanda Ebû Hanîfe, mevcut hadislere bağlı kalan ve bunların dışma çıkmıyan bir kısmı tabiîlerden de İlim tahsil etmiştir. Ayrıca o, Abdullah b. Abbas´m talebelerinden Kur´anTı Kerim ilmi tahsil etmiştir. Çünkü Abdullah b. Abbas, Kur´an ilmi bakımından çağdaşı sahabîlerin en bilgini idi. Hattâ ona «Kur´an´ın tercümanı» denilirdi. Bu büyük bilginin talebeleri Mekke´de oturmakta idiler. Ebu Hanîfe de, Kûfe´de karşılaştığı baskılardan kaçarak buraya gelmiş ve altı yıl kadar burada kalmıştır. Fakat, Kûfe´de kıyasa dayanan fıkhı okuyup incelemiş olan Ebu Hanîfe için bu seyahat, Hadis ve Kur´an fıkhını tetkik bakımından büyük bir fırsat olmuştur.
Ebu Hanîfe, Ca´fer-i Sâdık´m «Ali b. Ebî Tâlib´in şehri» dediği rivayet edilen Kûfe´de oturduğu sırada çeşitli şiî fırkalarla temas etmekte idi. O, Zeydiyye ve Imamiyye mensupları ile temas halinde idi. Bununla beraber Ebu Hanife´nin, bu mezheblerin mensupları gibi düşündüğü bilinmemektedir. Ancak o, Hz. Peygamberin âline ve temiz soyuna karşı büyük, bir muhabbet duymaktaydı. Onun Iraklılardan, Mekkelilerden ve diğerlerinden İlim tahsil edip değişik gö-" rüşleri birleştirişi, çeşitli unsurlarla beslenip bu unsurların hepsini özümseyerek (temessül ederek) hayatının kıvamını sağlayan insanı andırır. İşte bu şekilde Ebu Hanife bu unsurların hepsinden faydalanmış, sonra bunlardan kendine has yeni bir fikir ve sağlam bir görüş ortaya koymuştur.
Ebu Hanife, İlim tahsil ederken şu dört çeşit fıkhı öğrenmeye gayret ediyordu:
1 Maslahata dayanan Hz. Ömer´in fıkhını.
2 Şer´î hakîkatları araştırıp ortaya koymak için yapılan -is-tinbata dayanan fıkhı.
3 Tahrice dayanan Abdullah b. Mes´ud´un fıkhını.
4 Kur´an ilmi olan Abdullah b. Abbas!m fıkhını.
Fakîhlerin yanında büyük bir mevki´ ihraz eden Halife Ebu Ca´-fer el-Mansur, İmam Ebu Hânifeye:
Ey Numan, ilmi kimlerden tahsil ettin diye sordu. Ebu Hanife de şu cevabı verdi:
Talebeleri vasıtasıyla Hz. Ömer´den, yine telebeleri vasıtasıyla Hz. Ali´den ve yetiştirdikleri vasıtasıyla Abdullah b. Mes´ud´-dan tahsil ettim. Abdullah b. Abbas da yeryüzünde çağının en büyük bilgini idi;»
Bunun üzerine Halife Ebu Ca´fer el-Mansur:
Sen çok sağlam bir yol tutmuşsun, dedi.[8]
Büyük Bir Bilgine Bağlanışı
Ebu Hanife, çeşitli çevrelerde bir çok bilginlerle düşüp kalkmış, onların metodlarını öğrenmiş, içinde yaşadığı İlim atmosferinden hakkıyla faydalanmıştır. O, özellikle, çağının fıkıh reisi olan bir bilgine bağlanmış ve ondan hiç ayrılmamıştır. İşte bu bilgin Hammad b. Ebî Süleyman´dır. Bu da mevâlî´den olup nasıl Ebu Hanife´nin atası Teymüerin azatlısı ise, Hammad´m babası da Eş´arîlerin azatlısı idi. Hammad´m babası, İbrahim b. Ebi Mûsâ el-Eş´ari´nin azatlısıdır. Hammad, İbrahim Nahai ile Şa´biden fıkıh tahsil etmiştir. Kadı Şureyh, Alkame b. Kays, Mesruk b. el-Ecda´m fıkhını da bunlardan
öğrenmiştir. Bunlar, Abdullah b. Mes´ud ve İmanı Ali b. Ebî Tâlib (R.A.) gibi iki büyük sahâbînin fıkhına sahip olan kimselerdir.
Hammad, bu iki büyük sahabîden fıkıh tahsil eden mezkûr tabiilerin fıkhını öğrenmekle beraber, İbrahim Nahaî ve Alkame´nin fıkhına daha çok önem vermiştir, tşte Ebu Hanife, Hamjnad´dan bu tabiîlerin fıkhını almış ve İbrahim Nahaî´nin fıkhı ile tahrîce çok önem vermiştir.
Ebu Hanife, 28 yıl gibi uzun bir zaman Hamnıad´a talebelik yapmıştır. Yani, Ebu Hanife, 120 H. yılında ölen hocası Hammad´m yanından ölümünedek ayrılmamıştır. Hocasının ölümünden sonra Kû-fe´deki ders kürsüsüne o geçmiştir.
Burada belirtmemiz gerekir ki, Ebu Hanife´nin, hocasının derslerine devam edişi aralıksız olmamıştır. O, hacca çok giderdi. Bu hacc seyahatlerinde başka üstadlardan da fıkıh öğrenirdi. Yalnız bir mazeret veya her hangi bir engel bulunmadıkça hocası Hammad´dan ayrılmadığı anlaşılıyor. O, bu sırada müzâkere, mütalâa, rivayet, nakil, karşılaştırma ve tercihlerde bulunuyordu. Ebu Hanife, 130 H. yılında Kûfe´den Mekke´ye gittiğinde de ayrıca İlim tahsiliyle tetkiklerde bulunma imkânına kavuşmuştur. Mekke-i Mükerreme´-de beş-altı yıl Beytu´l-Haram´m mücaviri olarak kalmış, biraz önce yukarıda da söylediğimiz gibi, bu mücâvirliği sırasında Abdullah b. Abbas´m talebeleriyle karşılaşmış ve onlarla ilmî müzakerelerde bulunmuştur.[9]
Üstad Ebu Hanife
Hammad, 120 H. yılında ölünce, bütün gözler onun en bilgin ve kendisine en yakın olan talebesi Ebu Hanife´ye çevrilmiştir. Ebu Hanife de bu isteklere olumlu cevap vermiş ve hocasının yerine geçerek, onun ders halkasını devam ettirmiştir. O, derslerinde zengin tecrübeleri, Allah´ın kendisine yerdiği üstün kabiliyetleri, kuvvetli cedelciliği ve hazır cevaplihğı sayesinde çok feyizli olmuştur. İmam Ebu Hanife geniş tecrübelere sahipti. Çünkü ticareti meslek edinmiş bir ailede doğup büyümüştü. Çarşıda pazarda dolaşır ve ilk zamanlar vakitlerinin çoğunu orada geçirirdi. Kendisini ilme verdikten sonra da çarşıyla ilişkisini kesmedi. Hattâ bir vekil veya ortak vasıtasıyla ticarî işlerine devam etti. Yani o, ekseri vakitlerini ilmî çalışmalarına ayırıyorsa da, kendisini İlimden ahkoyamyacak şekilde ortaklaşa ticaret yapıyordu. Buna rağmen Ebu Hanife, kendisini ilme o derecede vermişti ki, tarih onun ticaretle uğraştığını neredeyse unutacaktı. Şüphesiz onun ticaret hayatı, fıkhî düşüncelerine büyük. etkilerde bulunmuştur. O, arkadaşlarıyla tartışmalara girişirdi. Mesele örf, maslahat veya bizzat adalet konusuna gelince arkadaşları susmak ve onu dinlemek mecburiyetinde kalırlardı.
Talebesi Muhammed b. el-Hasen eş-Şeybanî´den şöyle rivayet edilmiştir: «Ebu Hanife, kıyaslar hakkında talebeleriyle tartışmalarda bulunurdu. Talebeleri bazan ona uyarlar, bazan da itiraz ederlerdi. Fakat, İmam Ebu Hanife «istihsana başvuruyorum» deyince, ona artık hiç kimse itiraz edemezdi. Çünkü o, istihsan konusunda pekçok mesele ileri sürer ve hepsi de onun görüşünü kabul edip kendisine hak verirdi.» İşte bu, ancak meselelerin inceliklerini kavramak, halkla sıkı bir şekilde temas etmek, halkur çeşitli münasebet ve maksatlarını bilmekle mümkün olur. Ebu Hanife´nin istihsanmm temeli, şeriatın esasları ile kaynaklarını ve halkın durumlarıyla muamelelerini köklü bir şekilde incelemeye dayanır.
İmam Ebu Hanife, daha önce de söylediğimiz gibi, çok seyahat ederdi. Bu seyahatleri, ona pek çok tecrübeler kazandırmış ve çeşitli insan mizaçlarını tanıtmıştır. O, seyahatleri sırasında fikirlerini açıklar, kendisini tenkid edenleri ve görüşlerini samimiyetle inceleyenleri dinlerdi, tşte bu çeşitli seyahatleri ona, olay ve meseleleri kavramak için öyle bir zihin açıklığı vermiştir ki, bir yere kapanıp kalsaydı buna ulaşması elbette imkânsız olurdu.
İmam A´zam Ebu Hanife, sahip olduğu bu tecrübelerin yanında, keskin görüşlü, meselelerin bütün inceliklerini kavrayan bir insandı. İlminin meyvelerini tartışmalarında görürdü. O güçlü münazarası ile tanınırdı. Hasmını bütün düşüncesiyle çembere alırdı. Rivayet edildiğine göre âlemin yaratıcısı ve bîr yöneticisi bulunduğuna inanmayan dehrîlerden bir toplulukla münazara ve münakaşaya tutuştuğu bir´ sırada hasımlarına şöyle bir soru sormuş ve onları kendi sözleriyle bağlamıştır:
«Bir adam size dese ki; ben yüklü bir gemi gördüm, tamamen yükünü almış ve denizdeki azgm dalgalara karışmış, onu sevk ve idare eden herhangi bir kimse veya gemici bulunmadığı halde muntazam bir şekilde yoluna devam etmektedir. Buna ne dersiniz Akıl bunu kabul eder mi Onlar; hayır, akıl değil, bunu hayal dahi kabul etmez, dediler. İmam Ebu Hanife de; Sübhânallah! Akıl, başı boş yoluna devam eden bir geminin varlığını kabul etmezse, şu koskoca dünyanın, değişik halleri ve çeşitli işleri bütün genişliği, dağlan, ovaları ve denizleriyle yaratıcısız ve ustasız meydana gelip ayakta durduğunu nasıl kabul eder *
İmam Ebu Hanife, araştırmalarında hakîkatlann özüne yöne-lip hassların dayandığı sebep ve hükümleri kavrardı. Kur´an´ın her
hangi bir nassından hüküm çıkarmak istediği zaman bu nassın maksat, gaye ve illetlerini bilme cihetine giderdi. Bir hüküm ifade eden her hangi bir rivayeti ele alınca bu rivayetin illet ve gayesini tes-bit eder; bununla, Peygamber (S.A.)´den rivayet edilen başka bir konuya ait hadis veya Kur´an nassı ile sabit olan hüküm ve umumî kaideler arasında ince bir karşılaştırma yapardı. ´Hadîsin sahih veya zayıf olduğunu anlamak için kendisine has ölçülere sahip olduğundan îmam Ebu Hanife, gerçekten hadis sarrafı sayılmıştır. O, bunu «hadis fıkhı» sayardı ve bu hususta şöyle söylerdi:
«Hadis öğrenip onun fıkhını yapmayan kimse, çeşitli ilâçları toplayan ve tabib gelinceyedek. hangi ilâcın hangi hastalığa karşı kullanılacağını bilmeyen eczacıya benzer. îşte sadece hadis öğrenen kimse de, fakih gelene kadar öğrendiği hadislerin neye yaradığını [10]bilemez.[11]
Ebu Hanîfe´nin Usûlü
İmam Ebu Hanife´nin ders verme usûlü, Yunan filozofu Sok-rat´m metoduna benzemektedir. O, doğrudan doğruya dersi takrir etmezdi. Herhangi bir meseleyi ele alır ve ortaya kordu. Sonra bu meseleye ait hükümlerin dayandığı esasları açıklar ve talebeleriyle bunun üzerinde münakaşa ederdi. Herkes kendi görüşünü açıklardı. Onlar, bazan hocalarına uyar, bazan da onun içtihadına muhalefet ederdi. Kimi zaman da. yüksek seslerle ona itirazda bulunurlardı. Mesele bütün yönleriyle incelendikten sonra o, bu karşılıklı konuşmaların neticesinde meydana gelen görüşü ortaya kordu ki, onun ulaştığı bu görüş, meselenin kesin bir çözüm şekli olurdu. Artık bu görüşü, bütün talebeleri kabul eder ve beğenirdi. İmam Ebu Hanife´nin çağdaşı olan Mis´ar b. Kidâm, onun ders verişini şöyle anlatmaktadır :
«Ebu Hanife´nin talebeleri sabah namazını müteakip ihtiyaçlarını görmek için dağılırlar, sonra onun dersinde bulunmak üzere toplanırlardı. îmam Ebu Hanife gelip yerine oturur ve sorusu olan veya bir mesele üzerinde münakaşa etmek isteyen var mı derdi. Bunun üzerine her taraftan sesler yükselirdi. Allah, îslâmda şanı büyük olan böyle bir kimse sayesinde bütün bu sesleri sükunete kavuştururdu.»[12]
Şüphesiz bu metodu, ancak büyük bir ruha, güçlü bir şahsiyyete sahip olanlar
uygulayabilirler. Çünkü, bu metodu tatbik eden kim-
Ebu Hanife´nin Şahsiyet Ve Karakteri
îmam.A´zam Ebu Hanîfe´nîn ders metodu ve diğer hallerini kısmen anlattık. Şimdi onun şahsiyet ve karakteri üzerinde durmak istiyoruz. Yukarıda söylediklerimiz elbette o büyük insanın, ruhunda mevcut olan bir cevher sebebiyle meydana gelmiştir. O halde, ağacın aslı bilinmeden meyvesi tanınamıyacağı gibi, sebep bilinmeden netice de bilinemez. Ebu Hanîfe, kendisi İlim ve tarihi temsil eden kimseler arasında en üstün bir mevkie yücelten sıfatlara sahipti. O; ileri görüşlü, gerçeği kavrayan, meselelerin içyüzünü gören ve itimada lâyık olan bîr İlim adamının bütün sıfatlarını kendisinde toplamaktadır. Bu sayede o, nıes´eleleri son derecede iyi ihata ederdi. Bu, kendisinin sahip olduğu ruh sağlamlığı ve zekâ kudretinin eseridir.
İmam Ebu Hanîfe, Allah ondan razı olsun nefsine tam olarak hâkimdi. Lüzumsuz şeylerle asla uğraşmazdı. Bir defa o, Irak´ın vaizi ve çağının büyüklerinden biri olan Hasan el-Basri´nin bir yanlışını çıkarmıştı. Yanmda bulunanlardan birisi; "sen kim oluyorsun ki, Hasan el-Basrî´nın yanlışını çıkarıyorsun demiştir. .Fakat Irak´ın o büyük fakihinin yüzünde hiç bir değişiklik olmamış, sanki kendisine itiraz edilmemiş gibi sözüne devamla, «Evet, Allah´a and olsun ki, gerçekten Hasan el-Basrî bu meselede yanılmış ve Abdullah b. Mes´ud (R.A.) isabetli söylemiştir», demiş, sonra da şunu ilâve etmiştir: «Ey Allahım! Bize karşı gönlü dar olanları, bizim geniş gönlümüz içine almaktadır.»
O, vakarlı ve nefsine hâkim olmakla beraber aynı zamanda duygulu bir kalbe ve hassas bir ruha sahipti. Bir defa kendisi ile münakaşa ederi birisi ona; ey zındık, ey bid´atçı, diye hitab etmişür. İmam A´zam, Allah´ın rızasından başka bir şey istemeyen bir İlim adamının vakar ve sükûneti içerisinde ona şu cevabı vermiştir: «Benim bu sıfatlara asla sahip olmadığımı bilen Allah, seni affeylesin. Ben, Allah´ı tanıyah O´na hiç bir surette şirk koşmadım. Sadece O´nun affını diler ve yalnız O´nun ikâbından korkarım.» Ebu Hanîfe, bu «ikâb» sözünden sonra ağlamaya başlamıştır. Bunun üzerine
o adam; «Bana hakkım helâl et, ey İmam» demiş; o büyük îmam da, «câhillerden bize kötü söz söyleyenlerin hepsine hakkımız helâl olsun; ancak, bize dil uzatan İlim sahiplerinin durumu müşkildir, çünkü âlimlerin gıybet etmesi kendilerinden sonra bir şey bırakır», demiştir.
Ebu Hanîfe´nin vakar ve sükuneti, ruhunun yüceliğinden ve Allah´a bağlılığından ileri geliyordu. O´nun ruhuna dünya kirleri bulaşmamıştır; ruhu, sanki cilâlı bir levha idi; onda insanların eziyet verici sözleri iz yapmaz ve kaybolup giderdi.
O, heyecanına hâkim ve soğukkanlı bir yaratılışa sahipti. Rivayet edilir ki; bir gün ders halkasında iken kucağına tavandan bir yılan düşmüş ve etrafındakiler dağüıvermişti, O ise, hiç aldırmadan yılanı tutup bir tarafa atmış ve dersine devam etmiştir.[13]
îmam Ebu Hanife, derin bir tefekkür sahibi idi. O, nass´lann zahir mânâlarıyla yetinmez, bunların içine aldığı uzak ve yakın maksatları kavrar, illet ve sebeplerini açıklardı. Kendisini gençliğinde kelâm ilmine yönelten, belki de onun bu felsefî aklı ve derin tefekkürüdür. O, aklı susuzluğunu ilm-i kelâmla gidermeye çalışmıştır. Onun derin tefekkürü, kendisini, hadislerin ihtiva ettiği hükümlerin gayelerini araştırmaya sevketmiştir. Bu araştırmalarında o, lafızların işaretlerinden, durum ve şartlarla ilgili hususlardan maslahatı celbetme ve mazarratı defetme gibi hüküm üzerine terttüb eden peylerden yardım görmüştür. Hükmün gerçek illetini tesbit edince kıyaslar yapar, faraziye ve tasavvurlar ileri sürerdi. O, bu hususlarda çok büyük mesafeler katetmiştir.
İmam Ebu Hanîfe, derin bir tefekküre sahip olmakla beraber, aynı zamanda hürdüşünceli idi. Hiç bir görüş veya fikri aklına vurmadan kabul etmezdi. Onun bu durumunu üstad Hammad b. Ebi Süleyman, kendisiyle her meselede münakaşa ettiği zaman sezmiş ve takdir etmiştir, Ebu Hanîfe´ye Kitab, Sünnet veya Sâhâbî´lerin fetvasından başka hiç bir şeye boyun eğdirmeyen, işte bu hür düşünceli oluşu idi. Tabiînin görüşlerine gelince; o bunları bazan doğru, bazan da yanlış bulurdu.
İmam Ebu Hanîfe, birbirine zıt görüşlerin bulunduğu bir ortamda yaşıyordu. Her görüş sahibinin görüşünü ele alıp tam bir hürriyet içerisinde incelerdi. O, Hz. Ali´nin soyundan gelen şiî İmamlarla karşılaşmış, onlara hürmet ve ikramda bulunmuş, görüşlerinden istifade etmiştir. Fakat, onları´çok sevdiği halde şiîleşmemiş (teşeyyu´etmemiş)tir.İmami Zeyd b. AlilZeynelâbidin´den Muhammed Bâkır´dan, bunun oğlu Ca´fer-i Sâdık´tan ve Hz. Hasan´ın torunu Abdullah´dan İlim tahsil etmiştir. Fakat, düşüncelerinde bunlardan birine bağlı kaldığı bilinmemektedir. Küfe şehri Şiîliğin merkezi olarak bilinmesine ve sâtiâbîlerin İmamlarına dil uzatılan bir yer olarak tanınmasına rağmen Ebu Hanîfe, bütün sâhâbîlere saygı beslerdi. Sa-id b. Ebî Urûbe şöyle der: «Kûfe´ye geldim ve Ebu Hanîfe´nin meclisinde hazır bulundum. O, bir gün Osman (R.A.)´ı andı ve ona Al-iah´dan rahmet diledi. Ben de, ona; Allah rahmetini senden de esirgemesin, bu memlekette Osman b. Affan için senden başka hiçbir kimsenin rahmet dilediğini işitmedim, dedim.»[14]
İmam Ebu Hanife, hakikati tam bir ihlâsla araştırırdı. Onu yücelten ve gönlünü aydınlatan işte bn sıfatıdır. Olay ve mes´eleleri incelerken keyfî ve nefsî arzulardan uzak olan ihlaslı bir kalbi, Allah, marifet nuru ile doldurur ki bu sayede onun anlayışı artar ve düşüncesi dosdoğru olur. Buna mukabil, nefsi arzularına esir olan bir aklı da bu nefsî arzular sapıtır. Böyle bir akla sahib olan insan, şehevî arzularının uçurumuna mı yuvarlanmakta, yoksa aklının rehberliğinde mi yürümektedir, bilemez!.
Ebu Hanîfe, kendisini her türlü şehevî arzulardan kurtarmış ve Allah´dan sadece sağlam bir idrak sahibi olmayı istemiştir. O, fıkhın bir din ilmi olduğunu bilmiş veya dinde istenilen şeyin, insanoğlunun yalnız hakikatin peşinden gitmesinden ibaret bulunduğunu anlamıştır. Ona göre, tartışmada bir insan ister yensin isterse yenilsin önemli değildir. Bir insan, hakikati araştırıp ona ulaştığı müddetçe galiptir; isterse cedel ve tartışmada hakikati ona hasmı göstermiş olsun.
O, ihlası sebebiyle kendi görüşünün kayıtsız şartsız güpheden uzalc bir hakikat olduğunu ileri sürmez ve şöyle derdi: «Bizim bu sözümüz, bir görüş olup bize göre erişebildiğimiz en iyi neticedir. Birisi bizim bu görüşümüzden daha güzel olanını ileri sürerse, bize değil, ona uyulması daha evlâdır.»
Kendisine; «Ey Ebu Hanîfe, senin verdiğin bu fetva, şüphesiz bir gerçek midir » denildiğinde, Büyük İmam; «Bilmiyorum, belki de şüphe götürmez bir bâtıldır.»[15] diye cevap vermiştir. Talebesi Züfer der ki: «Biz, Ebu Hanîfe´den ders okurçluk, Ebu Yusuf da yanımızda idi, onun söylediklerini yazardık. Bir gün" Ebu Yusuf´a o şöyle dedi: Ey Yakub, vay haline! Benden her işittiğini yazma. Çünkü ben, bu güne göre böyle düşünüyorum, belki yarın Isu «görüşümden vazgeçe rim. Belki de yarın başka bir görüşe sahib olurum. Fakat, ertesi gür onu da bırakabilirim.»[16].
îmanı Ebu Hanife,yeni bir görüşe sahip olursa, bazan önceki görüşünden (re´yinden) vazgeçerdi. Bazan da, kendisiyle münazara eden şahıs, sahih bir hadis ileri sürerse, kendi görüşünden tamamen dönerdi.. Çünkü, sahih bir hadis karşısında re´y beyan etmeye mahal yoktur.
İşte bu, Ebu Hanîfe´nin ihlasmm neticesidir. O, hiç bir zaman kendi görüşüne taassub derecesinde bağlananlardan olmamıştır.
Akli kudretine rağmen, zihnini, başkasının görüşüne de açık tutmak için ihlası, onu daima hakîkata yöneltmiştir. Taassub, ancak duygulan düşüncesine galebe çalan veya a´sâbi zayıf ve aklı kıt olan kimselerde bulunur. Ebu Hanîfe bu gibi şeylerden uzaktı. O; akıl bakımından kudretli, nefsine ve a´sâbma hâkim, hakikati ararken ihlash, samimi ve yalnız Rabbından korkardı. Bu sebepledir ki, görüşlerinde yanılma ihtimali bulunduğunu kabul ederdi.
İmam A´zam, hazır cevaplı olup ihtiyaç duyduğu zaman fikirlerini kolay bir şekilde anlatır ve tutukluk göstermezdi. Hakikat üzere olduğuna inandığı ve kendisini destekliyen delillere sahip olduğu müddetçe münakaşa ve münazaradan yılmazdı. O, çağındaki fakihler arasında işte bu meziyetleriyle tanınmıştır. Mısır´ın büyük fakih´i Leys b. Sa´d´den şöyle rivayet edilmiştir: «Ebu Hanîfe´yi görmeyi çok isterdim. Nihayet onu gördüm. İnsanlar, Üstadın etrafında kalabalık bir şekilde toplanmışlardı. Birisi, ey Ebu Hanîfe, deyip ona bir soru sordu. Allah´a and olsun ki onun hazırcevaplılığı kadar gerçeği söyleyişi de beni hayran bıraktı.»
Ebu Hanîfe münazaralarında büyük bir müdafaa gücüne sahipti. Şayet hasmı inatçılık eder ve işi zora çekerse, Ebu Hanîfe, onu en kolay bir yoldan yıldırmasını bilirdi. Bu konuda çok ilgi çekici ve hayret verici menkıbeleri vardır. Menkıbe, tarih ve haltercemesi kitapları bunlarla doludur. Biz, burada yalnız şu iki menkıbeyi anlatmakla yetineceğiz:
1 Ebu Hanîfe´yi gıyaben vasi tâyin eden bir adam ölür ve olay zamanın kadısı bulunan İbni Şubrume´ye arzedilir. Ebu Hanife, falan adamın öldüğüne ve kendisini vasi tâyin ettiğine dair delilini ortaya kor. İbni Şubrume, ona; şâhidlerinin olayı gerçekten gördüklerine dair yemin eder misin diye sorar. Irak´ın fakihi Ebu Hanîfe de; bana yemin düşmez, çünkü olay yerinde bulunmuyordum, der. İbni Şubrume ise; senin kıyâsların burada yanıldı, der. Bunun üzerine Ebu Hanîfe, ona şöyle bir soru yöneltir. «İki gözü kör olan bir kimsenin başını yarsalar ve buna iki kişi şahitlik etse, gözleri hiç bir şeyi görmeyen böyle bir davacıya şahidlerinin olayı gerçekten görüp görmediğine dair yemin teklif edilebilir mi ne dersiniz Bu durum karşısında İbni Şubrume, büyük İmamın savunmasını kabul eder ve hükmülehine verir.
2 Emevîler devrinde isyan eden Dahkâk b. Kays el-Hâricî, bir gün mescid´de Ebu Hanife´nin yanma gelir, bu sırada haricîler, kendilerine muhalefet edenleri öldürmektedirler Ebu Hanîfe´ye; tevbe et, der. O da; neden tevbe edeyim diye sorar. Dahkak; hakem tâyinini caiz gördüğün için, der. Bunun üzerine Ebu Hanife; sen beni öldürecek misin, yoksa benimle münazara mı etmek istiyorsun diye sorar. Adam; hayır münazara etmek istiyorum cevabını verir. Ebu Hanîfe; bir mesele üzerinde tartışırken ihtilâfa düşersek aramızda hangimizin haklı olduğunu kim söyleyecek diye sorar. Dahkâk el-Haricî; kimi istiyorsan onu çağır, der. Ebu Hanîfe de, bunun üzerine Dahkâk´m adamlarından birine hitaben; ihtilâfa düştüğümüz zaman hangimizin haklı olduğuna sen hükmet, der. Sonra Dahkâk´e dönerek; bu adamın aramıza girmesine sen razı mısm diye sorar. O, evet cevabını verince, münazarasıyla tanınan îmam Ebu Hanîfe; işte hakem tâyinini sen de caiz gördün, diye cevabı kondurur.
Ebu Hanîfe´nin bütün sıfatlarım, bilhassa şu sıfatları taçlandırıyordu. Belki de bu sıfatları, öteki sıfatlarının hepsinin kaynağı olup Allah´ın bazı kullarına bahşetmiş olduğu bir meziyetti. İşte onun bu sıfatları; şahsiytinin kuvvetli oluşu, keskin zekâsı, heybeti, muhabbet ve cazibe yönünden başkalarına tesir edişi ve ruh sağlamlığıdır. Onun bir çok talebeleri vardı ve o bunlara kendi görüşünü zorla kabul ettirmezdi. Aksine, onlarla müzakerede bulunur, büyüklerin görüşlerini bir arkadaş gibi tartışır ve yaş farkı gözetmezdi. Sonunda kendisi bir görüşe varırdı ki, bütün talebleri burada susar ve ona razı olurlardı. Bazı hallerde ise, talebelerinden bir kısmı kendi görüşlerinde ısrar ederlerdi; fakat, her iki halde de İmam Ebu Hanife´nin mevki ve şahsiyetine bir halel gelmezdi.
Ebu Hanîfe, heybetinin yanında keskin ve derin bir firaset sahibi idi. Bu sayede, o, insanların içlerinde gizledikleri şeylere nüfuz eder ve olayların sonuçlarını sezerdi. Onun bütünüyle hayatı, şahsiyyet ve firasetmin güçlülüğünü haber verir. Firaset, güçlü akü sa^ hiplerinde gelişir. Onun derin duygu ve sezgisi bilhassa talebelerini okuturken ve insanların durumlarını incelerken ortaya çıkar. Bunlardan başka, o, fikir önderliği yapacak ihlaslı kimselere Allah´ın lütfettiği bir nura sahip idi. Kısaca, Ebu Hanîfe, böyle bir şahsiyet olup bazı hadis kitaplarında rivayet edilen Peygamber (S.A.V.)´in; «Müminin firasetinden sakınınız; çünkü o, Allah´ın nuru ile bakar.» hadîs-i şerifinde işaret edilen mü´minlerdendi.
îşte bunlar, İmam Ebu Hanîfe´nin sıfatlarından bir kısmıdır. Bunların kimisi yaratılıştan, kimisi de sonradan kazanılmıştır. O, nefsini olgunlaştırmıştır; şahsiyetinin anahtarını da bu ruhî olgunluğu teşkil eder. Her türlü manevî gıdalarla ruhunu besleyen, onun çağı, hocaları ve tecrübelerinden bol bol istifade etmesini sağlayan işte budur. Hülâsa olarak diyebiliriz, ki o, bütün bu unsurlardan besleniyor, şahsiyeti1 ona, kendisinden sonraki nesillere tesir edecek yepyeni bir fikir ve görüş kazandırıyordu.
Ebu Hanîfe´nin işte bu sıfatları hayranlarını, kendisini son derecede övmeye sebeb olmuş, kıskananlarını da aynı şekilde kendisini yermeye sevketmiştir. Şihabüddin Ahmed b. Hacer el-Heytemî (öl. 973 H.) «el-Hayrâtu´1-Hisân»[17] adlı eserinde; «Geçmişlerden biri hakkında insanların zıt şeyler söylemesi, onun büyüklüğünü gösterir. Hz. Ali´yi görmez misiniz Onun hakkında iki fırka helak olmuştur: Ona ifrat derecesinde sevgi gösterenler ve yine ifrat derecesinde buğuz edenler.» der.
İşte îmam A´zam Ebu Hanîfe de, yaşadığı devirde aynı duruma düşmüştür. İnsanların kimisi onu takdh; etmede ifrata düşmüş, kimisi de yermede haddini aşmıştır. Fakat, O Büyük îmam hem Allah katında, hem de insaf sahiplerine göre ulu bir şahsiyet olup Irak fakihlerinin üstadıdır. Bu nokta, söz ve münakaşa götürmez.[18]
Yaşayışı Ve Siyasî Tutumu
Ebu Hanîfe´nin fıkhını ele almadan önce, onun yaşayışını ve çağının siyasetine karşı nasıl bir vaziyet almış olduğunu anlatmak istiyoruz.[19]
1- Yaşayışı
Apaçık bir gerçektir ki Ebu Hanîfe, devlet adamlarının, ister halife olsun ister vali ve benzeri olsun, hiç birisinden hediye ve ihsan kabul etmezdi. Gerçi her dört mezheb İmamının da devlet adamlarından hediye alınabileceğine dair ruhsat verdiğini tarih bize göstermektedir, İmam Mâlik, İlim adamının Beytu´I-Mal´da hakkı olduğuna inanırdı. Ona göre, devlet adamları, bu hediyeleri bilginlere kendi mallarından vermiyorlar, ancak onların istihkaklarını vermiş oluyorlar. Çünkü, İlim adamı nefsini ilme, araştırmaya ve fetvaya hasretmekte, bu yüzden de maişetini kazanma imkânından mahrum olmaktadır. O halde Beytu´l-Maldan ihtiyacını giderecek, çoluk ve çocuğunun geçimini sağlayacak kadar para almak hakkıdır. İmam Mâlik, alınmasına cevaz verdiği bu hediye ve ihsanların bir kısmını kendisi İlim tahsil eden talebelerine harcardı. Dolayısıyla, birçok talebeler ona sığınırlardı, İmam Şafiî de bunlar arasında olup dokuz seneye yakın bir zaman îmam Mâlik´in himayesinde okumuş ve hiç bir geçim sıkıntısı çekmemiştir. Hocası îmam Mâlik öldükten sonradır ki. Şafiî, Yemen´de bir göreve (kadılık diyebileceğimiz bir vazifeye) tâyin edilmek mecburiyetinde kalmıştır.
İmam Şafii, kendisini tamamen ilme verdikten sonra Hz. Pey-gamber´in Abdulmuttalib oğullarına tâyin etmiş olduğu hisseden kendisine düşeni Beytu´l-Mal´dan alır, ayrıca hediye ve ihsan kabul etmezdi. Ancak bu hisseyi, Kur´an-ı Kerim´de Kureyş´den Hz. Peygamber´e akraba olanlara tâyin edilen bir hisse (hak) olduğu için alırdı.
İmam Ebu Hanîfe ile Ahmed b. Hanbel, Beytu´l-Mal dan bir şey almaktan kesin olarak kaçınırlardı. îmam Ahmed b. Hanbel, darlık içinde yaşamayı, helâl olarak toplanıp toplanmadığı belli olmayan bir malı almaya tercih ederdi.
İmm Ebu Hanife ise, zengin ve servet sahibi idi. Çünkü, ölünceye kadar ticaret işine devam etmişti. Yukarıda da söylediğimiz gibi, onun bir ortağı vardı. Öyle anlaşılıyor ki onun bu ortağı, iyi niyetli bir insan olup ihlası sayesinde çoğu zaman İlim, fıkıh ve hadisle uğraşmasını temin hususunda Ebu Hanîfe´ye yardımcı olmaktaydı. Mu´tezilîlerin başı, Ebu Hanîfe´nin çağdaşı ve onun gibi îran asıllı Vâsıl b. Ata da böyle idi.
Elbette Ebu Hanîfe bir tacirdi. Fakat ticarî işlerini vekili vasıtasıyla yürütüyor, kendisi de, işinin daima helâl dairesi içinde yürümesi için onu kontrol ediyordu.
Ebu Hanife, bir tacir olarak aşağıdaki dört sıfata sahip idi ki, bunlar insanlara yapılacak muamelelerle ilgilidir. Onu, İlim adamları arasında olduğu gibi, tacirler arasında da en üstün bir mertebeye çıkaran bu sıfatlar şunlardır:
1 Onun gözü tok ve gönlü zengindi. Gönül ve ruhları fakir kılan açgözlülük, onu asla istilâ edememiştir. Bunun sebebi, îmam A´zam´ın zengin bir aileden doğmuş olması ve hayatında ihtiyaç zilletini hiç tatmayışıdır.
2 Son derecede emanete riayetli ve kendisiyle ilgili olan her hususta nefsine hakimdi.
3 O, müsamahalı ve cömert olup kendisini Allah cimrilikten tamamen uzak kılmıştır.
4 Son derecede dindar olup iyi muameleyi ibadet sayardı. Ayrıca o, çoğu zaman oruç tutar ve gecelerini ibadetle geçirirdi. Bu arada, iyi muamelenin de, büyük bir ibadet olduğunu söylerdi. Bu sıfatların tesiri, bilhassa Ebu Hanîfe´nin ticaret hayatında kendisini gösterir. O, tacirler arasında ilgi çekici ve eşsiz bir kimse idi. Birçokları, ticaret hayatında onu Ebu Bekr Sıddîk´a benzetirdi. Çünkü Ebu Hanîfe, onun yolundan gider, malın kötülerini üstüne çıkarır, iyilerini de gizlerdi.
İmam Ebu Hanîfe, alım ve satımında tam manasıyla emin bir tacirdi. Bir gün bir kadın, ipekli bir elbiselik getirmiş ve ona satmak istemiştir. Ebu Hanîfe; fiatı kaçtır, deyince; kadın, 100 dirhemdir, demiştir. Ebu Hanife de; o yüz dirhemden fazla eder, kaça satacaksın diye sormuş; kadıncağız da, yüz yüz artırarak dörtyüz dirheme kadar çıkarmıştır. Yine Ebu Hanîfe; o daha fazla eder, deyince; kadın, benimle alay mı ediyorsun demekten kendini alamamıştır. Bunun üzerine Ebu Hanîfe; bir adam çağır da malının değerini söylesin, demiş; kadın da bir adam çağırmış ve nihayet o, bu elbiseliği beşyüz dirheme satın almıştır.
Ebu Hanîfe, müşterisi yoksul veya bir dostu olursa malı kârsız satardı. Bir gün ona bir kadın gelmiş; ben fakirim, sırtımdaki elbise de emanettir, şu elbiseliği bana kârsız ver, demiştir. Ebu Hanîfe de; hadi onu dört dirheme al, deyince, kadın, benim gibi yaşlı biriyle alay mı ediyorsun demiş, Ebu Hanîfe de; hayır, ben iki elbiselik satın aldım; birisini, bu iki elbiseliğe verdiğim paradan dört dirhem aşağısına sattım. Dolayısıyla bu, elimde dört dirheme kaldı. Onu da sen bu fiyata al, demiştir.
O, çok dindar olduğu için uzak bir ihtimalle dahi olsa haram karıştığından şüphe ettiği şeylere karşı pek titizlik gösterirdi. Rivayet edildiğine göre Ebu Hanîfe, ortağı Hafs b. Abdirrahman´ı bir defasında kumaş satmaya gönderirken, ona malda özür bulunduğunu bildirmiş ve bunu satış zamanında müşteriye anlatmasını emretmiştir. Hafs b. Abdirrahman kumaşı satmış, fakat müşteriye özürlü olduğunu söylemeyi unuttuğu gibi, satın alan kimseyi de tanıyamamıştır. Ebu Hanîfe, bu durumu öğrenince malın hepsini sadaka olarak vermiştir.[20]
Bu büyük takvası sayesinde onun ticareti pek çok kazanç getirirdi. O da, bu kazancının bir kısmını İlim ve hadisle uğraşanlara harcardı. Tarihu Bağdad´da kaydedildiğine göre Ebu Hanîfe, yıllık gelirinin bir kısmını her sene biriktirir, onunla önce İlim ve hadisle uğraşanların ihtiyaçlarım, yiyecek, giyecek vs. hususlarını temin ederdi. Sonra bu kazancından artan paraları da yine onlara verir ve; bunları da ihtiyaçlarınıza siz kendiniz harcayınız, bunun için yalnız Allah´a hamdediniz; çünkü ben, size kendi malımdan bir şey vermiyorum, verdiğim şeyler ise Allah´ın malıdır, derdi.[21]
Ebu Hanîfe Allah ondan razı olsun helâlinden ve tertemiz bir hayat yaşamak için çok gayret ederdi. O, giyimine önem verir, en güzel kumaşlardan elbiseler diktirirdi. Hattâ, sırtındaki elbisenin otuz dinar (altın) değerinde olduğu söylenir. O, temiz ve güzel kıyafetli´ olup hoş kokular sürünürdü. Talebesi Ebu Yusuf, hocası hakkında; «O, ayakkabısına çok dikkat ederdi. Hattâ, ayakkabısının yırtık olduğu hiç görülmezdi»[22] demiştir.
İmam Ebu Hanîfe, iş ve yaşayışında intizamlı bir insandı. Vakitlerinin çoğunu ilme, kalanını da çarşı ve evine ayırırdı. Talebesi Yusuf b. Hâlid es-Semtî´den rivayet edildiğine göre Ebu Haaife, haftanın günlerini şöyle taksim ederdi: Cuma günleri talebe ve ´arkadaşlarına evinde ziyafet verir ve onlara türlü türlü yemekler sunardı. Cumartesi günleri ihtiyaçlarını görür, ne ders meclisine ne de çarşıya uğrardı. O gün evini ve şahsî işlerini tanzim etmekle uğraşırdı. Diğer günler kuşluk vaktinden öğleyedek çarşıda bulunur ve kalan vakitlerini de ders vermekle [23]geçiridi.[24]
2- Siyâsî Tutumu
Bundan önce îmam Ebu Hanîfe´nin hayat ve yaşayışını anlattık. Kısaca, onun hayatı takva, refah, saadet ve intizam içinde geçmiştir. Buna karşılık, Allah, bu takva ve gerçek îman sahibi İlim adamını siyâsî alanda çok çetin imtihanlara tâbi tutmuştur. Allah, ,onu bu şiddetli imtihanlarla hayatının iki devresinde karşılaştırmış olup ikincisinde îmam Ebu Hanîfe şehid olarak ölmüştür.
Burada biz, îmam A´zam´m çağındaki olaylara kısaca dokunmak istiyoruz. Ebu Hanîfe ömrünün elli iki yılını Emevîler, kalan 18 yılını da Abbasîler devrinde geçirmşitir. Böylece o, Emevî devletinin güçlü devrini, gerileme ve yıkılış devirlerini gördükten sonra Abbasî devletinin ilk yıllarını da yaşamıştır. Abbasî hareketi, bilhassa îran içlerine doğru yayılan gizli bir propaganda şeklinde başlamış, yeraltı faaliyetleri ile gelişmiş ve nihayet Emevî devletini yıkıp iktidarı ele geçirmiştir.
İşte Ebu Hanîfe, bütün bunlara şahid olmuş ve bu olaylar, ruhunda derin etkiler bırakmıştır. Gerçi O, ne ayaklananlara ne de ihtilâlcilere katılmıştır. Fakat olayların akışı gösteriyor ki önce îmam ´zam´m gönlü, Emevîlere karşı ayaklanan Hz. Ali evlâdlarıyla birdi. Onlar, Abbâsîlere karşı ayaklandıkları zaman îmam A´zam, fifren yine bunları desteklemekteydi.
Ebu Hanîfe, şiî olmamakla beraber, Emevîlerin hilâfet için hiçbir hakları olmadığına kani idi. Fakat, fiilen Emevîlerin aleyhine harekete geçmemiş ise de, onların aleyhine yapılan hareketleri be-nimsememiştir. Rivayet edildiğine göre Zeyd b. Ali Zeynelâbidin, Kûfe´de Hişam b. Abdilmelik´e karşı isyan bayrağını açtığı zaman Ebu Hanîfe şöyle demiştir": «Zeyd´in bu çıkışı, Resûlüllah´ın Bedir günündeki çıkışma benziyor.» Kendisine, îmam Zeyd´le birlikte niçin savaşa katılmadığı sorulduğunda şu cevabı vermiştir: «Beni ondan alıkoyan, halkın yanımdaki emanetleridir. Bu emanetleri İbni Ebî Leylâya bırakmak istedim, kabul etmedi. Savaşta ölür ve bunca emanetin altında kalırım diye korktum.» Yine rivayet edildiğine göre Zeydle savaşa katılamadığına dair özür beyan ederken şöyle demiştir : «Eğer halkın, Zeydi, daha önce dedesi Hz. Hüseyn´i bırakıp kaçtığı gibi, bırakıp kaçmıyacağım bilseydim, ben de Zeyd´le birlikte savaşırdım. Çünkü o hakîkî İmamdır. Fakat, bu düşünce ile ona sadece malî yardımda bulundum.» îmam Ebu Hanîfe, İmam Zeyd´e on bin dirhem yardımda bulunmuş ve elçisine; «benim özrümü ona anlat», demiştir.[25]
Bu gösteriyor ki İmam Ebu Hanife´ye göre Emevîler halifeliğe lâyık değillerdi. O, Zeyd b. Ali´yi İmam olarak tanıyordu. Fakat, sözünde durmayan Iraklıların tabiatını bildiği için iyi netice alınacağına inanmıyordu. Bununla beraber îmam Zeyd´i engellemek de istemedi. Hattâ ona malî yardımda bulundu.
İmam Zeyd´in hareketi, kendisinin 122 H. yılında fecî bir şekilde ölümüyle sonuçlandı. Daha sonra İmam Zeyd´in oğlu Yahya/Horasan´da Emevî idaresine karşı ayaklandı. O da, 125 yılında babası gibi öldürüldü. Bundan sonra Yahya´nın oğlu Abdullah da iktidarı ele geçirmek maksadıyla Yemen´de isyan etti. Fakat son Emevi halifesi Mervân b. Muhammed, Abdullah üzerine yolladığı adamları vasıtasıyla 130 H. yılında onu da öldürttü.[26]
İşte bu olaylar, İmam Ebu Hanîfe üzerinde büyük etkilerde bulunmuştur. O, İmam Zeyd´in ayaklanışmı, Hz. Peygamber´in Bedir günündeki çıkışma benzetmiştir. Fakat İmam Zeyd, fecî şekilde öldürülmüş ve cesedi bir hurma kütüğüne asılmıştır. Kendisinden sonra bu acıklı âkibetîer oğlu ve torununun başına da gelmiştir. Bu durum karşısında, elbette Ebu Hanîfe, Emevîlere karşı nefret duyacak ve onların zulümlerini diğer bilginler gibi o da tenkid edecekti. Alimlerin tenkid dilleri, kılıçların yapamadığım yapar; onların darbeleri kılıçlardan daha kesici ve şiddetli olur.
Bunun içindir ki Emevîler, İmam Ebu Hanîfeyi takip etmeye başlamışlar, bilhassa Abbasî propagandasının gizli gizli yayılışını ve intizamlı isyan hareketlerini görünce bu takiblerini daha da artırmışlardır. Emevî" valisi îbni Hubeyre tehlikenin arttığım görünce fakih ve muhaddislerden korkmaya başlamış, özellikle fıkıh ve İlim
de büyük bir yeri olan îmam Zeyd´le teması bulunanlardan endişelenmiştir. Adı geçen vâîi; îbni Ebî Leylâ, Ibni Şubrume, Dâvûd b. Hind gibi Irak´ın fakihlerini toplamış ve her birine Emevî idaresinde birer vazife almalarını teklif ederek, onların Emevî devletine bağlı olup olmadıklarını Öğrenmek istemiştir. Bu arada Ebu Hanîfe´ye de vazife teklif etmiş, fakat o bunu şiddetle reddetmiştir.
İbni Hubeyre, mührün Ebu Hanife´nin elinde olmasını ve muamelelerini bununla imza etmesini, onun elinden çıkmayan hiç bir yazının infaz edilmemesini ve malî sarfiyatın da yalnız onun müsaadesiyle yapılmasını istemiştir. Ebu Hanife, onun bu tekliflerini yerine getirmekten şiddetle kaçınmıştır. Vali îbni Hubeyre ise, bu vazifeyi kabul etmediği takdirde Ebu Hanîfe´yi dövdüreceğine yemin etmiştir. Bunun üzerine âlimler, Ebu Hanîfe´ye bu vazifeyi kabul etmesi için ricada bulunmuşlar ve; «Biz kendini tehlikeye atmayasın diye sana Allah için öğüt veriyoruz. Sen, bizim kardeşimizsin. Hepimiz böyle bir vazifeyi istemiyoruz. Fakat başka bir çaremiz yoktur», demişlerdir. Güçlü, İmanlı ve takva sahibi Ebu Hanîfe de onlara şöyle cevap vermiştir: «Eğer o, Vâsıt Mescidinin kapılarını saymamı isteseydi benden, onu dahi kabul etmezdim. O halde nasıl olur da o, bir adamı idam etmek için benim hüküm vermemi ister ve bu hükümle onun boynunu vurur! Ben böyle bir hükmü ihtiva eden kararın altını nasıl mühürlerim! Vallahi ben, böyle bir işe ölünceye kadar giremem.»
Ebu Hanîfe vazife almamakta İsrar etti. Ve onun İsrarı karşısında bütün kuvvetler perişan oldu. Emniyet müdürü (Sahibu´s-Şurta), Ebu Hanife´yi üstüste birkaç gün hapsettirdikten sonra döv-dürmeye başlamıştır. Hattâ ona kırbaç vuran kimse usanmış ve dövülmeden dolayı ölür ve Emevî idaresine kıyamete kadar sövülmeye sebep olur diye korkmuştur.İbni Hubeyr´e bilginlere; «Ebu Hanîfe´ye söyleyin de bizi yeminimizden kurtarsın», demiş, onlar da Ebu Hanife´den bu teklifi kabul etmesini rica etmişler, fakat o tutumunda şiddetle İsrar etmiştir. Bunun üzerine îbni Hubeyre, bilginlerden, zindanda bulunan îmam Ebu Hanîfe´ye tavassut ederek, vazife teklifini reddetmektense ileride belki yapabileceğini söylemesini temin etmelerini istemiş; fakat Ebu Hanîfe bunu da kabul etmemiştir. Sonunda İbni Hubeyre, îmam A´zam´ı serbest bırakmak zorunda kalmıştır. Ebu Hanîfe, hürriyetine kavuşur kavuşmaz yol hazırlığını yaparak, Beytullah´a sığınmak üzere Hicaz´a gitmiştir, îşte bu olaylar, 130 H. yılında cereyan etmiştir.[27]
Ebu Hanîfe, Allah´ın evine mücavir olmuş ve Abbasîler iktidara gelinceye kadar orada kalmıştır. Abbasîler iktidarı ele alıp asayişi temin edince "îmam A´zam da Kûfe´ye dönmüş, diğer bilginlerle birlikte ilk Abbasi Halifesi Ebu´l-Abbas es-Seffah ile buluşmuş ve yeni halifeye bîat ettiğini açıklamak üzere bir hitabede bulunmuştur. Esasen diğer bilginler, Halifenin bîat talebine icabet etmek üze-pe/rîmanı A´zam´ı kendileri için temsilci seçmişlerdi. Ebu Hanîfe, bu hitabesinde şunları söylemiştir:
«Hakkı, Peygamberinin soyuna teslim eden, zâlimlerin zulmünü bizden kaldıran ve hakikati söyleyebilmemiz için dİlimizi hürriyete erdiren Allah´a hamd olsun. Ey Halîfe, Allah´ın emri üzere biz sana bîat ettik, kıyamete kadar sana verdiğimiz söze bağlı kalacağız. Allah, bu makamı Peygamberinin soyundan geri almasın!»
îmam A´zam´ın bu hitabesi gösteriyor ki o, adalet ve doğruluktan ayrılmamak şartıyla, devlet idaresini Ehl-i Beyt´in ele almasını çok arzu etmekteydi.
Hanîfe, Abbâsilere bağlı kalmaya devam etmiştir. Çünkü onların iktidara gelişi, Hz. Ali evlâdlarma reva görülen zulmün giderilmesi neticesinde olmuştur. Abbasi halifeleri de İmam A´zam´a yakınlık gösteriyorlardı. Ebu´l-Abbas, ondan sonra Ebu Ca´fer el-Mansur birçok ihsanlarda bulunmuş ise de Ebu Hanîfe bunları nezaketle reddetmiştir.
îmam Ebu Hanîfe´nin, ilk yıllarında Abbasî idaresi aleyhinde konuştuğu bilinmemektedir. Nihayet Abbasoğulları ile Hz. Ali ey-lâdları arasında çekişme başlamış ve Ebu Hanîfe´nin büyük bir sevgi beslediği Ali evlâdlarma karşı işkence artmıştır. Elbetde bu durum karşısında, Ebu Hanîfe´nin Abbâsîlere karşı nefret etmemesi düşünülemez. Hele el-Mansur´un iktidarına karşı Hz. Ali´nin torunlarından Muhammed en-Nefsü´z-Zekiyye b. Abdillah ve kardeşi ibrahim isyan edince durum büsbütün değişmiştir. Bunların babası Abdullah, Ebu Hanîfe´nin hocası olup oğulları isyan bayrağını çektiği zaman el-Mansur tarafından hapsettirilmişti. O, her iki oğlunun ölümünden sonra el-Mansur´a karşı kin ve nefret duygularıyla dolu olarak hapishanede (145 H. yılı) ölmüştür.
".. Ebu Hanîfe için, Enıevîler gibi A.bbasîlerden de intikam almaktan başka bir çare yoktu. Fakat onun intikam alışı, âdeti üzere ders aralarında konuşmaktan ileri gitmiyordu. Öteki âlimler de böyle siyâsi olaylarla az meşgul oluyorlar ve meylettikleri hususlara sevgi göstermekle duygularını tatmin ediyorlar ve bununla yetiniyorlardı.
145 H. yılında adı geçen İbrahim Irak´da, kardeşi Muhammed en-Nefsü´z-Zekiyye de Medine´de ayaklandı. Rivayete göre îmam Mâlik, Medine´de bu ayaklanmanın (huruc´un) meşruluğuna fetva vermiştir. Çünkü o, el-Mansur´a yapılan biatin zor (ikrah) ile olduğunu tesbit etmiştir. Öyle görünüyor ki îmam Mâlik, ayaklanmanın caiz olduğuna dair açıkça fetva vermemiştir. Fakat o, Muhammed en-Nefsü´z-Zekiyye´nin dâvasını isbat bakımından işi kolaylaştırmıştır. Çünkü Muhammed en-Nefsü´z-Zekiyye ayaklanmasının meşruluğunu Ebu Ca´fer el-Mansur´a yapılan biatin ikrah ile oluşuna dayandırıyordu, îmam Mâlik ise, hadis derslerinde sık sık bîata îmâ ederek, «İkrah karşısında kalan kimsenin yemini muteber değildir» diyordu. Bu sözü tekrarlamaktan menedildiği halde, îmam Mâlik bundan vazgeçmemiştir. Çatışma, el-Nefsü´z-Zekiyye´nin öldürülmesiyle sonuçlandıktan sonra İmam Mâlik, birçok işkencelere uğramıştır.
Irak´da da Ebu Hanîfe, en-Nefsü´z-Zekiyye´nin kardeşi İbrahim´e yardım edilmesini açıkça söylüyordu. Hattâ iş, Ebu Hanîfe´nin, el-Mansur´un bazı komutanlarını onunla savaşmaktan alıkoymasına kadar varmıştı.
Rivayete göre el-Mansur´un kumandalarından Hasan b. Kah-taba, bir gün Ebu Hanîfe´nin yanma girmiş ve; «Vazifemi her halde biliyorsun, tevbe ediyor musun, etmiyor musun » demiştir. Ebu Hanîfe de; «Allah bilir ya sen yaptığından pişman olacaksın. Eğer bir müslümanla kendi nefsini öldürmek arasında muhayyer kalırsan, müslümam değil, kendi nefsini öldürmeyi tercih et. Sen, bir daha böyle yapmayacağına Allah´a söz ver. Bu sözünde durursan o senin tevben olacaktır», demiştir. Hasan b. Kahtaba, Ebu Hanîfe´nin bu sözüne şu cevabı vermiştir: «Dediğini kabul ediyor ve Allah´a söz veriyorum ki bir daha bir müslümam öldürmeye yel terimiyeceğim.»
İbrahim b. Abdillah,b. Hasan huruç edince, el-Mansur, adı geçen kumandana, Ebu Hanîfe´ye gidip işini bitirmesini emretmiş, kumandan da İmam A´zam´ın yanına gelince, o, kumandana daha önce verdiği sözü hatırlatarak şöyle demiştir: «Tevbenln vakti geldi. Sözünde durursan tevbe etmiş olacaksın. Aksi takdirde hem önceldi, hem de sonraki niyet ve fiilinden hesaba çekileceksin.» Bunun üzerine kumandan, Ebu Hanîfe´yi öldürmek için hazırlanmış olduğu halde, tevbesinde durmuş, el-Mansur´un yanına vararak şöyle demiştir: «Ben böyle bir işi yapamam. Eğer senin emrinle yaptığım işler, Allah´a itaat sayılırsa benim için çok iyi bir şeydir. Eğer masiyet sayılırsa bu bana yeter.» Bunun üzerine Halife el-Mansur öf kelenmiştir. Kumandanın kardeşi Humeyd b. Kahtaba ileri atılarak *Biz bir yıldan beri onun akli muvazenesinden hoşlanmıyoruz, o saç mahyor. Bu işi ben yapabilirim", demiştir. Soğukkanlılığını koruyar Halife el-Mansur, bazı güvendiği kimselere; «Hasan b. Kahtaba´nır yanma fakihlerden kim gelip gidiyor » diye sormuş, onlar da; «O Ebu Hanîfe´nin yanına gidip geliyor» demişlerdir.[28]
Halife Ebu Ca´fer el-Mansur, İmam Ebu Hanîfe´yi takibe ve ver diği fetvâaları araştırmaya başlamış, bu arada Ebu Hanîfe´nin Mu sul halkına dair vermiş olduğu fetva üzerinde, bilhassa, durmuştur Şöyle ki:
Musul halkı, Halifeye verdiği sözü (biat´ı) defalarca bozmuş tu. Halîfe el-Mansur da, onlara sözlerini bir daha bozarlarsa kanla rıni dökeceğini şart koşmuş, onlar da bu şartı kabul ederek, sözü müzden dönersek kanımız helâl olsun, demişlerdi. Halife, Ebu Ha nîfe dahil olmak üzere, bütün fakihleri toplamış ve onlara şöyle demiştir: Peygamber (S.A.V.)´in «Mü´min şartlarına bağlıdır.»Hadîs-i Şerifi sahih değil midir Musul halkı bana karşı ayaklanmamaları için ileri sürdüğüm şartı kabul ettiği halde, benim valime karşı ayaklandı. Şimdi onların kanlarını akıtmak benim için helâl değil midir * Orada bulunanlardan birisi: «Onlara istediğini yapabilirsin, onlar hakkında söylediklerin yerindedir. Affedersen, bu, senin büyüklüğünün eseridir. Cezalandırırsan onlar buna müstahak olmuşlardır», dedi. Ebu Hanîfe susmaktaydı. el-Mansur, ona döndü ve:
Üstad, sen ne dersin, biz, Peygamberin hilâfet ve eman evinde değil miyiz diye sordu.
Ebu Hanîfe gerçeği şöyle ifade etti:
« Onlar, ellerinde olmayan şartları kabul etmişler. Sen de sâna ait bulunmayan şartları onlara kabul ettirmişsin. Çünkü, bir müslümanm kanı ancak şu üç şeyden biri ile helâl olur:
«1 Adam öldürmekten,
«2 Mürted olmaktan,
«3 Evlenmiş ve hür (muhsan) olduğu halde zina etmekten.
«Bu durumda sen, onları cezalandırırsan haksızlık yapmış olursun. Allah´ın şartlarına bağlı kalmak daha iyidir.»
El-Mansur, fakihlerin gitmelerini emretmiş, sonra Ebu Hanife´yi yanına çağırarak şöyle demiştir:
«Ey Üstad, gerçek görüş senin söylediğindir. Memleketine dön, Halifenizi kötüleyecek şekilde halka fetva verme. Çünkü isyancı Haricîlerin cesareti artıyor.»[29]
Şiî olmadığı halde Hz. Ali soyuna büyük bir sevgi besliyen Ebu Hanîfe´nin bu gibi cesaretli görüşleri, el-Mansur´un memnuniyetsizliğine sebep olmuş, hattâ onu takip ettirmek üzere peşine hafiyelerini takmıştır. Bunun, ayrıca iki sebebi daha vardır :
1 İmam Ebu Hanîfe ile çağının kadısı İbni Ebî Leylâ arasında şiddetli bir anlaşmazlık vardı. Onun verdiği hükümleri Ebu Hanîfe sert bir şekilde tenkid ederdi. İbni Ebî Leylâ da onu el-Mansur´a daima şikâyette bulunurdu. Belki de en çok şikâyeti Ebu Hanife´dendi. Şüphesiz bu, halifenin içinde İmam Ebu Hanife´ye karşı bir kızgınlık ve intikam hissi meydana getirmiştir.
2 el-Mansur´un maiyyetinde bulunanlardan Ebu Hanîfe´yi sevmeyen veya Halifeye sırf yaranmak için onu kötüleyenîer vardı. el-Mansur´un hâcibi olan er-Rabi´ ve Ebu´l-Abbas et-Tûsî bunlardandır.
Bütün bu olaylar sebebiyle el-Mansur, Ebu Hanîfe´ye karşı iyice bozulmuş, iktidarını korumak için sert bir vaziyet almış ve onu cezalandırmayı zarurî görmüştür. Halife el-Mansur, Ebu Hanîfe´nin zamanın kadısını sürekli tenkidlerini göz önüne alarak, ona kadılık vazifesini teklif etmiştir. Esasen kurnaz bir halife olan el-Mansur, bilginlere doğrudan doğruya din ve dünyaya ait görüşlerinden ötürü baskıda bulunmazdı. Bu sebepten Ebu Hanîfe´nin tenkidlerini ona kadılık teklif etmek için istismar etmeye kalkıştı. Oysa Ebu Hanîfe´nin bu vazifeyi kabul etmiyeceğini biliyordu. Fakat onu, bu yüzden cezalanduırsa haklı görüneceğim umuyordu.
Ebu Hanîfe´ye nihayet kadılık vazifesini teklif etti. O da şu cevabı verdi: «Kadı olabilecek bir insan, gerekince hem senin, hem de çocuklarınla kumandanlarının aleyhine hüküm verecek bir ruha salıip olmalıdır. Ben ise, böyle bir ruha sahip değİlim.» Bunun üzerine Halife; «Benim gösterdiğim yakınlığı niçin kabul etmiyorsun » dedi. Büyük takva sahibi îmam da; «Emiru´l-Mü´minin, bana kendi malı ile bir yakınlık göstermedi ki onu reddetmiş olayım. O, bana ancak müslümanlarm Beytu´l-Malından bir yakınlık gösterdi. Halbuki benim onların Beytu´l-Mahnda bir hakkım yoktur. Çünkü ben, mücâhid değİlim ki yaptığım cihad karşılığında bir şey alayım. Ben,onların hizmetçileri de değilim ki, hizmetçiler gibi bir şey alayım. Keza ben, onların fakirlerinden de değilim ki, fakirlerin aldığı şeyleri alayım», dedi.[30]
Kadılık teklifi nekadar tekrarlandıysa, Ebu Hanîfe´nin bunu reddedişi de o kadar tekrarlandı. Sonunda sabrı tükenen el-Mansur, bu vazifeyi kabul etmesi için yemin aldı. Ebu Hanîfe de kabul etmiyeceğine dair yemin aldı. Ve şöyle dedi: «Eğer ben, bu vazifeyi kabul etmediğim takdirde Fırat nehrinde boğulmakla tehdid edilsem, boğulmayı tercih ederim. Senin etrafında´ikrama muhtaç olanların çoktur!»
Buna rağmen Halife el-Mansur, İmam A´zam´a kadılık teklifinden vazgeçmedi. Ondan, hiç olmazsa, doğru olanlarım yerine getirmesi, yanlış olanlarını da tatbik etmekten sakınması için kazâî hükümlerini inceleyip isabetli olup olmadığını kendisine bildirmesini istedi. Fakat o, bunu da reddetti. Bunun üzerine Halife, Ebu Hanîfe´yi hapsettirip ona her gün on kırbaç vurdurmak suretiyle işkence edilmesini buyurdu. Ebu Hanîfe´nin sıhhi durumu kötüleşince el-Mansur onu serbest bırakmış, fakat ders ve fetva vermekten menetmiştir. îmanr A´zam Ebu Hanîfe, bundan kısa bir zaman sonra hayata gözlerini yummuştur. O, ölmeden önce, gasbedilmiş veya Halifenin gasbettiği ileri sürülen bir yere defnedilmemesini vasiyet etmiştir. Bunun içindir ki Halife el-Mansur; «Ebu Hanîfe´nin nezdinde sağken de öldükten sonra da beni kim mazur gösterir » demiştir.
İmam Ebu Hanîfe, 150 H. yılında sıddiklar ve şehidler gibi ölmüştür. Fakat ölüm; o büyük kalb, sapsağlam dînî vicdan, kudretli akıl ve her türlü işkenceye katlanan sabırlı ruh için bir rahatlık olmuştur. Ebu Hanîfe, görüşlerinden dolayı muarızlarından işkence gördü, türlü dedikodulara hedef oldu. Fakat, bunların* hepsine gönülhoşluğu ile katlandı. Sefihlerden eziyet gördü. Valilerden, daha sonra halifelerden işkence gördü. Fakat hiçbir zaman eğilmedi ve hakikati söylemekten çekinmedi. Eğer ruhların da bir cihadı ve,bu cihadın yapıldığı meydanlar varsa, şüphesiz Ebu Hanîfe bu türlü cihad alanlarının en büyük ve muzaffer kahramanıdır. O, cihadında son nefesine kadar metanet gösteren bir yiğit idi. Ölürken bile gasbedilmemiş temiz bir yere defnedilmesini ve halife tarafından gasbedilmiş olma ihtimali bulunan bir yere defnedilmemesini vasiyet etmiştir.
İlim, dîn ve ahlâkın heybet ve tesiri, sultan ve hükümdarların azametinden daha az değildir. Bunun içindeki bütün Bağdad halkı, Irak´ın büyük fakihi îmam A´zam´ın cenaze törenine katılmıştır. Onun cenaze namazını kılanların sayısının ellibin kadar olduğu teh-min edilmektedir. Hattâ; ona işkence eden Halife el-Mansur da defnedildikten sonra gelmiş ve kabri üzerinde cenaze namazını kılmıştır Bilmiyoruz bu, Halifenin İlim, din, ahlâk ve takvanın azametini İtiraf edişinden mi, yoksa halkı memnun etmek isteyişinden midir Belki o bu her iki hususu da birlikte gözetmiştir.
Ebu Hanîfe, gerçekten büyük bir insandı. Ona işkence edenler, sadece ettikleri zulüm, işledikleri fenalıklar ve akıttıkları insan kanlan sebebiyle anılmaktadır. O ise, dünyanın dört bucağında okutulup öğretilen görümleri ve nice insanların müzakate edip öğrenmekle şeref kazandığı ilmi ile anılmaktadır. Allah, ondan razı olsun, hem de onu razı etsin!..[31]
İmam Ebu Hanîfe´nin Fıkhı
îmam Şafiî; «İnsanlar fıkıhta Ebu Hanîfe´nin iyâlidir», demiştir. Abdullah b. Mübarek de, Ebu Hanîfe için: «O, ilmin beynidir», derdi. Bunlar gösteriyor ki Ebu Hanîfe, ilmin özüne ulaşıyor ve ondan sapmıyordu. İmam Mâlik, îmam A´zamla çeşitli ilmî meseleler üzerinde tartıştıktan sonra:«O, gerçekten fakihtir», demiştir.
Ebu Hanîfe, gerçekten ulu bir fakihtir. Çağını fıkhıyla doldurmuş olup insanlar onun hakkında ihtilâfa düşmüşlerdir. Çünkü O, fıkhî düşünceye yepyeni bir metod getirmiştir. Yahut da Ebu Hanife´nin kullandığı bu temodu, hiç kimse onun kadar kullananıamış-tır. O, hürdüşünce ve isabetli görüş sahibi idi. Nass´ların zahirlerine sarılan ve mânâlarının derinliklerine dalamıyanlar, Ebu Hanîfe´ye kızmışlar ve onu hakîkattan uzaklaşmakla itham etmişlerdir. Öte yandan, sapık düşünceli kimseler de ona hücum etmişlerdir. Çünkü O, İslâm fıkhında istinbat (hüküm çıkarma) için sağlam esaslar koyuyor ve bunların sınırlarını tesbit ediyordu.[32]
Metodu
İmam Ebu Hanîfe, istinbat için tafsilâtlı olmasa da bir metod getirmiştir. Onun bu metodu, içtihadın bütün türlerini içine almaktadır. Kendisi şöyle derdi: «Ben Allah´ın kitabıyla hüküm veriyorum. Kitab´ta bulamazsam Resûlullah´ın sünnetine sarılıyorum. Allah´ın Kitabında ve Resûlü´nün Sünnetinde bir hüküm bulamadığım zamanlarda da sahabilerin sözlerine bağlanıyorum. Yalnız, sa-habîlerden istediğim kimselerin sözünü alıyor, istediğim kimselerin sözünü almıyorum. Ancak, sabahîlerin sözlerinin dışına da çıkmıyorum. Fakat iş İbrahim (Nahaî), Şa´bî, îbni Sîrin, Ata ve Said b. el-Müseyyib´e gelince; onlar nasıl ictihad yapmışlarsa ben de öyle ictihad yapıyorum.»[33]
Bu ifade, Ebu Hanîfe´nin önce Kitab, sonra Sünnet, daha sonra da sahabilerin sözüne dayanarak fetva verdiği, tabiîlerin söz ve görüşlerine bağlı kalmadığını gösterir. Bu, nass´lara dayanarak ictihad yapmak demektir. Hakkında nass bulunmayan meselelerin hükümlerini açıklamak için yaptığı ictihadlara gelince; bu hususta el-Mekri´nin «Menâkıbu Ebi Hanîfe» sinde, İmam A´zam´m bir çağdaşından aynen şöyle nakledilir:
«Ebu Hanîfe´nin görüşleri güvenilir (sika) kimselere dayanmak ve kötü (kubh) den kaçınmaktır. Onun ifadeleri; insanların muamelelerini, bu muamelelerin düzgün olmasını, onların işlerinin iyi gitmesini sağlayan esasları yakmdan incelemiş bulunmasının bir sonucudur. O, meseleleri kıyasla hallederdi. Kıyası tatbik etmek imkânsız olursa istihsana baş vururdu. İstihsan da yürümezse müslümanların örf ve teamülüne göre fetva verirdi. îcmâ´ ile kabul edilen hadislere sarılır ve bunlara göre kıyas yapardı. Sonra istihsana baş vururdu. Bunlardan hangisi daha uygun düşerse ona göre fetva verirdi. Sehl der ki: «İşte Ebu Hanîfe´nin ilmi budur. Bu ise âmmenin ilmidir.»[34]
Buna göre Ebu Hanîfe´nin ortaya koymuş olduğu metod şu yedi esasa dayanır:
1 Kitab: Bu, şeriatın temel direği ve Allah´ın kıyamete kadar bakî olacak nurudur. O, şeriatın genel esaslarım içine alır, asıl hükümler ondan çıkarılır. Yani o, şeriatın anayasasını teşkil eder.
2 Sünnet: Bu, Allah´ın Kitabım açıklayan, Kitab´daki mücmel hükümleri genişleten, Hz. Peygamber´in Rabbından aldığı elçilik görevini tebliğinden ibarettir. Yani o, yakînen İman edenler için bir tebliğ olup onu kabul etmiyenler, Peygamber´in Rabbından aldığı elçilik görevini de tanımıyorlar demektir.
3 Sahâbîlerin sözleri: Çünkü sahâbîler, Peygamber´in tebliğini bizzat işitmişler ve vahyin gelişini gözleriyle görmüşlerdir. Onlar, âyet ve hadisler arasındaki çeşitli münasebetleri bilen Peygamber (S.A.V.)´in ilmini kendilerinden sonraki nesillere aktaran kimselerdir.
Tabiilerin sözleri elbette aynı derecede değildir. Çünkü, sahâhbilerin sözlerinin doğrudan doğruya Peygamber´den alınmış olma ihtimali vardır ve sırf ictihad´dan ibaret değildir. Hz. Peygamber´den rivayet etmeseler de, onların birçok görüşleri Peygamber´in sözlerine dayanmaktadır. Hz. Ebu Bekr, Ömer ve Ali gibi Hz. Peygamberle uzun zaman arkadaşlık yapmış olan sahâbîler sohbetleriyle mütenasip miktarda hadis rivayet etmemişlerdir. Fakat onlar, elbette Peygamber´in sözleriyle fetva, veriyorlardı. Ancak, Peygamberin sözünü değiştirmekten korktukları için bunları O´na nîsbet etmiyorlardı.
4 Kıyas: Ebu Hanîfe Kitab (Kur´an), Sünnet ve Sahâbîlerin sözlerinde bir nass bulamadığı zaman kıyasa baş vururdu. Kıyas; hakkında nass bulunmayan meseleleri, aralarındaki ortak illet sebebiyle hakkında nass bulunan meselelere bağlamak ve hepsine aynı hükmü vermektir. Aslında bu; meseleyi, nassm ifade ettiği hükmün evsaf ve sebeplerini tesbit etmek suretiyle nassa dayandırmaktır. Zira hükmün illeti bilinince, aym illete sahip olan bütün meselelere tatbiki mümkün olur. Buna bazı âlimler, nassm tefsiri demişlerdir. Îmam/Ebu Hanîfe, kıyasla istinbat hususunda en yüksek mevkii işgal eder. O, fıkıhtaki mertebesine bu sayede ulaşmıştır. Ebu Hanîfe, bir hükmün illetini araştırır ve onu tesbit ettikten sonra kıyas yapmak suretiyle birçok meseleleri çözerdi. Hattâ, ortaya çıkmamış olan meseleleri varsayar ve aynı metodla onların hükümlerini açıklardı. İşte bu türlü meseleleri olmuş gibi takdir edip hükümlerini açıklayan bu çeşit fıkha «takdiri (farazi) fıkıh» adı verilir.
5 İstihsan: Bu, açık (zahir) kıyasın hükmünü bırakıp buna muhalif olan başka bir hükmü kabul etmektir. Bu, ya zahir kıyasın bazı cüz´î meselelere elverişli- olmadığı ortaya çıktığı için, başka ´bir illetin araştırılmasıyla olur ve bu yeni illete göre hüküm vermeye «gizli (hafi) kıyas» denir, ya da zahir kıyas, bir nass´la çatışır ve bu nass sebebiyle terkedilir. Çünkü kıyasla amel etmek nass bulunmadığı zaman olur. Yahut da kıyas, icma´ veya örfe aykırı düştüğü için bırakılır; icmâ, ve örf ile amel edilir.
6 İcmâ´: Bu, aslında bir hüccet olup her hangi bir asırdaki müctehidlerin bir hüküm üzerinde fikir birliğine varmalarıdır. Bilginler, icmâ´m hüccet olduğunda birleştikleri halde, sahâbîlerden sonraki asırlarda mevcut olup olmadığında ihtilafa düşmüşlerdir. İmam Ahmed b. Hanbel, sahâbîlerden sonrald asırlarda icmâ´m mümkün olamıyacağmı, çünkü fakîhlerin bir hüküm üzerinde görüş birliğine varmalarının imkânsız! olduuğnu ileri sürmüştür.
7 Örf: Bu; Kur´an, Sünnet ve Sahâbîlerin tatbikatı gibi hakkında her hangi bir nass bulunmayan mesele üzerinde müslümanların teamülü demektir. Bu da bir hüccet olup iki kısma ayrılır:
1 Sahih örf,
2 Fâsid örf.
Sahîh örf, nassa aykiri düşmeyen örftür. Fâsid örf de, nassa aykırı düşen örftür. Fâsid örfün bir değeri yoktur. Sahîh örf ise, nass bulunmayan yerlerde bir hüccet teşkil eder.[35]
Fıkhının Bariz Vasfı
Ebu Hanîfe, tecrübeli ve günün ticarî durumunu iyi değerlendiren bir tacirdi. Vakitlerini ticaret, fıkıh ve ibadet arasında paylaş-tırmıştı. Bu arada en çok zamanını fıkha ayırmıştı. O, hür fikirli ve başkalarının hürriyetine kendi hürriyeti gibi saygı gösteren bir İlim adamıdır. Bu sebeple onun fıkhının bariz iki vasfı vardır:
1 Ticarî bir ruha sahip oluşu,
2 Şahsî hürriyeti himaye edişi.
Şimdi bunları tek tek ele alalım:
I) Ebu Hanife´nin fıkhında ticarî ruh ve düşüncenin tesiri kendisini açıkça göstermektedir. O, İslâm´ın ticaretle ilgili akid esaslarını incelerken, ticarî işlerde sağlam bir melekesi olan ticaret Örf ve teamülünü iyi bilen, insanların ticarî muamelelerini yakından tanıyan, Kitab ve Sünnet gibi şeriatın nass´lanyla insanların benimsediği teamüller arasında ahenk kuran bir tacir gibi davranmıştır. Bu husus, Ebu Hanîfe´nin metodunda iki şekilde meydana çıkar:
a) Ebu Hanîfe, örfü, şer´î bir prensip olarak kabul etmiş ve yerine göre bunu kıyasa tercih etmiştir. Ticari örf, ticaretin esas prensibini teşkil eden ve tacirler arasında yaygın hale gelmiş olan bir teamüldür.
b) O, istihsam kabul etmiştir. İstihsanm esası da, fıkhı kıyasın tatbikinin kötü bir neticeye, yahut maslahat veya ticarî örfle çatışan bir muameleye sebebiyet verdiğini kabul edip kıyası bırakarak, şer´î bir nassa bağlı olan maslahata veya insanlar arasındaki örf ve teamüle göre hüküm vermektir.
îstihsan konusunda fakihlerin en kuvvetlisi İmam Ebu Hanîfe idi. İmam Muhammed´in anlattuğna göre, Ebu Hanîfe´nin talebeleri kendisiyle kıyas üzerinde tartışırlardı. Fakat o, istihsali yapıyorum deyince, hiç kimse ona yetişemezdi.
Ebu Hanîfe´nin selem, murabaha, tevliye, vadia[36] ve şirket gibi ticarî akitlerdeki görüşleri, öteki fakihlerin görüşlerine nisbeten çok sağlam ve çok incedir. Bu türlü akitlerin hükümlerini ilk defa açıklayan odur.
İmam Ebu Hanîfe, bu ticarî akitlerde şu dört hususu şart koşardı :
1 Malın bedelini tam olarak bilmek ve bu konuda münazaaya sebep olacak bilinmeyen hususların ortadan kalkması. Çünkü, şeriatta akitlerin esası, malı ve bedelini tam olarak bilmektir. Tâ ki burada bir aldatma veya aldanma bulunmasın ve her hangi bir husumet doğmasın. Akit zamanı bu hususların bilinmesi; ileride çıkacak, insanlar arasındaki sevgiyi ortadan kaldıracak ve onların aralarında verilmesi gereken hükmü zorlaştıracak birçok husumetlerin önüne geçmiş olur.
2 Faizden, hattâ faiz ihtimali bulunan akitlerden son derecede sakınmak. Çünkü bütün çeşitleriyle faiz, İslâm nazarında en kötü ve haram olan bir şeydir. Peygarmber (S.A.V.) şöyle buyurmuştur: «Bir dirhemlik faiz yemek, otuzüç defa zina etmekten daha kötüdür. Haramla beslenen bir vücut ateşte yanmaya lâyıktır.»[37]
içinde faiz bulunan her akit bâtıldır. Faiz bulunma ihtimali olan akitler de bâtıldır. Çünkü, bu suretle zarara sürükleyen yollar kapatılmış, başkalarına ait malların haksız yere yenmesi önlenmiş olmaktadır.
3 Nass bulunmayan ticarî akitlerde örfe başvurmak. Bu gibi hallerde örfün kabul ettiği hususlara riayet edilir, örfçe tanınmayan hususlar da terkedilir.
4 Ticarî akitlerde asıl olan emaneti korumaktır.[38] Esasen İslâmî akitlerin, hattâ amellerin hepsinde emanet asıldır. Murabaha, tevliye ve benzeri akitlerde fıkhı esas emanettir. Çünkü müşteri, yemin veya herhangi bir beyyine (belge, tanık) olmaksızın ilk fiatı bildirirken satıcıya emniyet etmektedir. O halde bu emanetin korunması ve kötüye kullanılmaması gerekir.
İşte bu esaslar, İmam Ebu Hanife´den intikal eden ticarî akitlerle ilgili bütün fer´i fıkıh meselelerinde değişmez prensiplerdir. Bunlar, Ebu Hanîfe´nin takva ve dini eğİlimi, ticarî bilgi ve tecrübeleri ve metoduna bağlı olan genel prensiplerle bağdaşmaktadır.
II) Ebu Hanîfe´nin fıkhının bariz vasıflarından ikincisi, şahsî hürriyeti himaye edişidir, demiştik. O, fıkhında âkil (akıllı) ve reşîd olduğu müddetçe insanın tasarruf iradesine son derecede saygı gösterir. Âkil bir insanın şahsi tasarruflarına hiç kimsenin karışmasına müsamaha göstermez. Dînin emrini ihlâl etmedikçe, ne toplum ne de her hangi bir idareci, şahsın kendisine ait işlerine karışamaz. Şahis, dinî bir emri ihlâl ederse o zaman buna müdahale etmek gerekir. Bu, şahsın özel hayatında istediği gibi yaşamasına veya malını istediği şekilde kullanmasına müdahale olmayıp, nizamı korumak için dinî bir vazifedir.
Medenî milletlerin eski ve yeni bütün nizamları, insanları ıslâh etmek için iki kısma ayrılır: Toplumculuğun hâkim olduğu yönelime bağlı nizam: Burada, şahsın bütün tasarrufları toplumla yakından ilgili veya devletin kontrolü altındadır. Bunu, günümüzdeki bazı nizamlarda olduğu gibi, tarihe karışmış bir takım nizamlarda da görmekteyiz.
b) Şahsın iradesini geliştirerek, onu olgunlaştırıp iyiliğe yöneltme ve sonra da ona tam olarak hürriyet verme cihetine giden nizam: Bu nizam içerisinde şahıs; kendisini kötülükten koruyacak, fesad´dan uzaklaştıracak ahlâkî ve dinî bağlarla mukayyettir:
İmanı Ebu Hanîfe, bu ikinci nizâm şekline meyletmiştir. Onun bu temayülü, âkile ve bâliğa bir kadının evlenme hususunda velâyetinin kendi elinde olduğunu ileri sürüşünde, ma´tûh (bunak), sefih ve borçlunun hacredilmesini reddedişinde açıkça görülmektedir. Vakfın lüzumunu (yani vâkıfın vakfından geri dönememesini) mülkiyet hürriyetine engel sayması ve mülk sahibinin mülkünde, hayatta olduğu müddetçe, istediği gibi tasarruf edebileceğini ileri sürüşü de bu temayülüne bağlıdır. Burada biz, bunlara kısaca dokunmak istiyoruz.[39]
Âkile bir kadın kendisini evlendirebilir: Fakihler, hür ve bali-ğâ bir kadını istemediği biriyle evlenmeye hiç
kimsenin zorlama hakkına sahib olmadığında ittifak etmişlerdir. Ancak îmam Şafiî´nin âkile ve bâliga olsa dahi, bakireyi velisinin evlenmeye icbar edebileceğine cevaz verdiği rivayet edilir. Fakat ..burada, Şafiî´ye diğer İmamlar katılmazlar.
Âkile ve bâliğa bir kadını istemediği biriyle evlenmeye hiç kimsenin zorlama hakkı olmadığında ittifak eden fakihler, Ebu Hanife ile şu noktada ihtilâfa düşmüşlerdir: Onlara göre böyle bir kadını velîsi zorla evlendiremez; fakat o, velîsi istemezse kendi kendisini de evlendiremez. Onun evlenme akdi yapma yetkisi yoktur. Velîsi, onun evleneceği şahsı seçmeye katılma hakkına sahip olduğu gibi, evlenme akdini de bizzat velisi yapacaktır. İşte fakihlerin büyük çoğunluğu (Cumhur-i Fukahâ´) bu görüştedir. Kişilik hürriyetini ön plâna alan İmam Ebu Hanife ise, onlara muhalefet etmekte ve bu noktada kendi görüşünü yalnız başına savunmaktadır. Talebesi Ebu Yusuf´un bu hususta ona katıldığı rivayet edilir. Diğer bir rivayete göre ise, onun da hocasını bu meselede yalnız bırakıp öteki fakihlere katıldığı, söylenir.
Ebu Hanife´nin bu görüşünde tek başına israr edişi, onun kişilik hürriyetine verdiği büyük değeri gösterir. Burada o, hür ve âkil bir insan üzerinde, onun bir maslahatı bulunmadıkça, velayet sabit olmayacağını kabul eder. Maslahat bulunmayınca velayete lüzum yoktur. Çünkü velayet, hürriyeti kayıt altına almakta ve zedelemektedir. Hürriyetin kayıt altına alınması, ancak daha büyük bir zararı önlemek için caiz olur.
Daha sonra Ebu Hanife şöyle söyler: Böyle bir kadının malı üzerinde kendisinin tam olarak velayet hakkı vardır. O halde kendi kendisini evlendirmede de velayeti tamamen kendisine aittir. Ebu Hanife´ye göre delikanlı erkek ve kız arasında evlenme hususunda eşitlik vardır. Erkek delikanlı nasıl evlenme konusunda tam bir velayet hakkına sahipse, delikanlı kız da bu konuda tam bir velayet hakkına sahiptir.
Fakat, Ebu Hanife bu konuda, kadının evleneceği erkeği seçmede yanılabüeceğini de düşünüyor. Eğer o, eşini seçerken yanıhrsa, sonunda meydana gelecek haysiyet kinci netice bütün ailesini rencide edecektir. Diğer fakihler, işte bu noktayı gözönüne almakta ve bu yüzden, kadının ancak velîsinin rızasıyla evlenebileceğini söylemektedirler. Burada Ebu Hanife, söz konusu olan haysiyet kırıcı durumun meydana gelmesini nasıl önlüyor veya bunun önlenmesi için nasıl bir tedbir alıyor Ebu Hanife, kadına kendisini evlendirme hürriyetini tanırken ailesinin şeref ve haysiyetini korumak için de şöyle br tedbir alıyor: Kadının ailesine denk (küfüv) bir kimse ile evlenmesi şarttır. Böyle bir kadın, kendisine ve ailesine denk olmayan birisiyle evlenmeyi tercih ederse ve velîsi de buna muvafakat etmezse, Ebu Hanife´den rivayet edilen en sahih kavle göre, bu türlü evlenme akdi fâsid´tir.
İmam Ebu Hanife ile diğer fakihler arasındaki bu konuyla ilgili ihtilâf şöyle özetlenebilir: Fakihlerin büyük çoğunluğu, kadın kötü bir eş seçer ve ailesinin şerefini aşağı düşürür korkusuyla ona kendi başına evlenme hürriyeti tanımamaktadırlar. Ebu Hanîfe´ye göre ise, insan hürriyetinin kayıt altına alınması, bizzat büyük bir za rardır. Meydana gelip gelmiyeceği ihtimalden ibaret olan bir zararı önlemek için, kişinin hürriyetini elinden almak gibi daha büyük bir zarara sebep olunamaz. Ona hürriyeti tam olarak verilir, ancak o fiilen kötü bir eş seçerse evlenme akdi fasid olur. Böylece Ebu Hanife hem kadının hürriyetini, hem de aile veya velîsinin şerefini korumuş olur.[40]
Âkıl bir insan hacr edilemez: Ebu Hanife, sefihi de ma´tûhu da hacr etmez[41]. Ona göre kişi bulûğa ermekle akıl sayılır. İsterse sefih olsun isterse olmasın. O, müstakil bir şahsiyete sahip insandır. Bir kimse sefihlik ederek malını israf etse veya ma´tûh olduğu için malını işletmesini bilmese de, onun hacr´i cihetine gidilemez. Çünkü ona müdâhale etmek kimsenin, hakkı değildir. O, başkasına zarar vermedikçe istediği gibi hareket edebilir. Böyleşinin hacr edilerek malını istediği gibi kullanmasından alıkonulmasında bir maslahat da yoktur. Çünkü hacr, onun şerefini rencide etmek ve hattâ insanlığını yoketmektir. İnsanın mal ve mülkünde istediği gibi müstakil olarak tasarruf etmesi, güzel tasarruflarının neticesinde iyilik görmesi, kötü tasarruflarının neticesinde de zarara uğraması, onun sırf insan olduğu için sahip bulunduğu insanlık şeref ve haysiyetinin iktizâsıdır. Hürriyetin savunucusu olan İmam A´zam´a göre hacr, malın boşa sarfedilmesinden daha büyük bir zarardır. Zira hür bir insan için hacr edilmek, mallarının yok olmasından daha çok elem ve ıztırap vericidir.
Bir kimse, sefih ve matuh insanların hacr edilmesinde toplumun maslahatı da vardır diyemez. Çünkü toplumun maslahatı, malların üretici ellere intikalindedir. Onları, çalıştıramıyan kimselerin zimmetinde tutmakta ve başkalarını onlara bekçi yapmakta bir maslahat yoktur. O halde toplumun maslahatı, malların uyuşuk ellerden çıkıp çalışan ellere geçmesindedir. Mal, beceriksiz ve onu tutamıyan bir ele geçerse o zaman, onu işletecek ve muhafaza edecek başka ellere bırakmak gerekir. İmam Ebu Hanife «Ben, 25 yaşına ulaşmış bir insanı hacr etmekten haya, ederim», derdi. İşte bu, büyük İmamın insanlığa ve şahsî hürriyete gösterdiği saygının bir delili ve insan için tanıdığı yüksek şerefin bir nişanesidir.
Mısır mahkemelerindeki tecrübeler isbat etmiştir ki; sefih ve matuhun hacr´i için açılan dâvalarla mal sahibinin maslahatı korunmak istenmemekte, ancak bununla kişiye işkence etmek, onun iyilik yapmasını engellemek istenmektedir. Bu dâvaların asıl sebebi, bazı mirasçıların kendi menfaatlarını teminat altına almak endişesidir. Halbuki İslâm hukukçularına göre hacr, mirasçıların korunması için değildir. Çünkü, mal sahibi yaşadığı müddetçe onların ne mal üzerinde, nede mal sahibi üzerinde hiç bir hak ve selâhiyetleri yoktur.[42]
Borçlu Hacr edilmez ve hiç kimse malındaki tasarruf hakkından alıkonamaz: İmam Ebu Hanife, nasıl sefih ve matuhu hacr etmiyorsa aynı şekilde borçlu (medîn) kimseyi de hacr etmez ve malındaki tasarruf yetkisini kısıtlamaz. İsterse borçları malının tamamını aşmış olsun. O, ancak borçluyu borcunu ödemek üzere takip, hapis ve bedenî olarak icbar etmek cihetine gider. Zira, borcunu ödemekten kaçınan kimse alacaklıya zulmetmektedir. Peygamberimiz; «İmkânı olduğu halde borcunu sallayan kimse cezayı haketmektedir» buyurmuştur. Fakat, borçlunun tasarruf iradesi, akit ve sözleşme hakkı elinden alınamaz. îslâm hukukçularının büyük çoğunluğu, Ebu Hanife´nin ileri sürdüğü bedenî cezaları kabul etmekle beraber, borçlunun malı üzerindeki kavli tasarrufunu da velinden almaktadır. O, borcunu ödemedikçe mülkünde tasarruf edemez. Borcu malının tamamını aşmasa dahi, malı cebren satılarak borcu ödenir.
İmam Ebu Hanife ise, fıkhında, insanın iradesini elinden alıp onun malında başkasının kavlî tasarrufunun geçerli oluşunu kabul etmemektedir. Ona göre mülkiyetle hürriyet birbirinden ayrılmaz. Mülkiyetin bulunduğu yerde tasarruf hürriyeti de bulunur. Ve asla bunlar birbirinden ayrılmaz. İmam A´zanı, böylesine, daima hürriyetten yana olmuştur.
Ebu Hanife, insanın mülkündeki tasarruf hürriyetini o derecede korur ki, mahkemenin dahi bu hürriyete müdâhale etmesini ve onu kayıt altına almasını kabul etmez. İnsanın kendi mülkündeki tasarrufu başkasına zarar verecek olursa, o zaman bu, şuurlu dinî bir vicdana havale edilir. Çünkü bu gibi şeylere mahkemece yapılan müdâhaleler daha çok husûmet ve çekişmelere, dinî duyguların zayıflamasına sebep olur. İnsanın dinî duygusu zayıfladıktan sonra bunu elde ettiği maddi şeyler telâfi edemez. Beri yandan,´ dinî sağlam bir duygu, hertürlü tecavüz ve çekişmeyi tek başına önlemeye kâfidir. Bir insan kendi maslahatının, komşusunun maslahatıyla ortak oluşunun şuuruna sahip olursa, daima ona iyilik etmeyi düşünür. Bunların arasına mahkeme yoluyla bir müdâhale yapılırsa müşterek maslahat duygusu zayıflar. İsteyerek ve hürriyet içerisinde yardımlaşmanın yerini düşmanlık alır. Ebu Hanîfe, insanların muamelelerinde dîne bağlı müsamahakâr hürriyeti, müsamaha ruhundan yoksun ve zorlayıcı kazâî hükümlere daima tercih eder.
Rivayet edildiğine göre; bir kişi, Ebu Hanife´ye gelip komşusunun evinde kendisinin duvarına yakın bir yerde kuyu kazdığından şikâyetlenmiş ve bu, kuyunun devamlı kullanılması sebebiyle kendi duyarının zarar göreceğini söylemiştir, İmam A´zam da ona; git komşuna söyle, demiştir. Şikâyetçi şahıs da; ona söyledim dinlemedi, demiştir. Bunun üzerine Ebu Hanîfe ona; öyleyse git, sen de evinin dahilinde onun kuyusunun karşısına bir lâğım çukuru kaz, diye söylemiştir. Adam da, Ebu Hanîfe´nin dediğini yapmıştır. Tabıatiyle çukurun pis suyu komşusunun kuyusuna sızmaya başlayınca o, bunun üzerine kendi kuyusunu kapatmak zorunda kalmıştır. İşte Ebu Hanife´nin bu tavsiyesi, komşular arasında yardımlaşma duygusunun gelişmesini hedef tutmaktadır.
Ebu Hanîfe, insanın mülkündeki tasarruf hürriyetini korumak maksadıyladır ki vakfın lüzumu´na (yani vakfın, vâkıfın hayatında kesinlik ifade etmesine) cevaz vermemiştir. İmam A´zam´a göre vakfın lüzumu, mal sahibinin kendi mülkünde tasarruf hakkını engellemektedir. Ona göre tasarruf hakkı olmayan bir mal sahibi düşünülemez. Vakfın, vâkıfın mülkiyetinden çıkmış olduğunu da Ebu Hanîfe kabul etmez. Çünkü vâkıfın mülkiyetinden çıkan vakıf mal, sahipsiz kalmaktadır. İşte böyle bir şeyin mülkiyet vasfı ortadan kalkmaktadır. Vakfın, Allah´ın mülkü olduğunu söylemek de Ebu Hanîfe´yi tatmin etmez. Çünkü bu, kuru bir lâftan ibarettir. Zira aslında, her şey Allah´ın mülküdür. Dilimizdeki mülkiyet mefhumu, bir malın Allah´a nisbet edilmesiyle değil, insana nisbet edilmesiyle açıklanır. Ancak Ebu Hanîfe, böyle bir vakfın cami için yapıldığı takdirde kesinleşebileceğini düşünür. Zira cami Allah´a ibadet için ayrılmış bir yer olup mülkiyeti sadece Allah´a izafe edilir; başka birine izafe edilemez.[43]
Hanefi Mezhebinin Nakil Ve Tedvini
îmam Ebu Hanife, başlı başına bir kitap´telif etmemiştir. Ancak ona birtakım küçük risaleler nisbet edilmektedir. el-Fikhu´I-Ekber, el-ÂIim ve´1-Müteallim, 132 H. yılında ölen talebesi Osman el-Betti´ye yazdığı risale ile Kaderiyye görüşlerini reddetmek için kaleme aldığı risale bunlar arasındadır. Bu risalelerin hepsi kelâm ilmine, öğüt ve nasîhata dairdir. îmam A´zam, fıkha dair bir eser yazmamıştır. Onun fıkhı görüşlerini, ictihad ve fetvalarını nakleden ve bir araya toplayan talebeleridir.
Ebu Hanîfe´nin fıkhmı ve ilmî çalışmalarını unutulmaktan kurtaran kıymetli talebeleri arasında, bilhassa, iki isme Taslamaktayız. Bunlara, îslâmm fıkıh tarihinde, İmam A´zam´la Uzun zaman arkadaşlık ettikleri, ondan ayrılmadıkları ve hocalarının kurmuş olduğu fıkıh ekolünü yaşattıkları için «sâhibeyn» (iki arkadaş veya iki talebe) adı verilmektedir.
İşte bunlardan birincisi Yakub b. îbrahim el Ensârî (öl. 182 H.) olup «Ebu Yusuf» diye bilinir ki, oğlu Yusuf ile künyelenmiştir. îmam Ebu Yusuf, İmam Ebu Hanîfe öldükten sonra 32 yıl daha yaşamıştır. Ebu Yusuf´un yazmış olduğu ve Ebu Hanîfe´nin görüş ve rivayetlerini de içine alan önemli eserleri şunlardır:
1 Kitab´ul-Âsâr: Bu eseri, Ebu Yusuf un oğlu Yusuf babasından, o da Ebu Hanîfe´den rivayet etmiştir. Bu eserdeki senedler, Ebu Hanife´den sonra Uz. Peygamber´e, bir sahabîye veya Ebu Ha-nife´nin rivayetini benimsediği bir tabiîye dayanır. Aynı zamanda bu «serde o, Irak fakihlerinden bir çok tabiilerin fetvalarını toplamıştır. Bu eser, Ebu Hanîfe´nin istinbat metoduna bağlı olan bir fıkıh mecmuası duruumnda olup îmam Ebu Hanîfe´nin istinbat ve ic-tihad´daki mevkiini göstermektedir.
2 İhtilâfu Ebî Hanîfe ve İbni Ebi Leylâ: Bu eserde Ebu Yusuf, 148 H. tarihinde ölen Kadı İbni Ebî Leylâ ile İmam Ebu Hanîfe arasındaki ihtilâfları toplamıştır. Burada, Ebu Hanîfe´nin görüşlerinin bir müdafaası yapılmaktadır. Ebu Yusuf´un bu eserini rivayet eden Muhammed b. el-Hasen eş-Seybâni´dir.
3 er-Reddü Alâ Siyeri´l-Evzâî: Bu değerli eserde, savaş halinde müslüm anlarla gayri müslimler arasındaki alâka ve münasebetler ve cihadla ilgili hususlarda Evzaf ile diğerleri arasındaki ihtilâflar yeralmaktadır. Burada Ebu Yusuf, Iraklıların görüşünü desdeklemekte ve Evzaî´nin fikirlerini reddetmektedir.
4 Kitab´ul-Harâc: Ebu Yusuf, bu ölmez eserinde islâm devletinin maliyesi için değişmez ve sağlam bir nizam ortaya koymaktadır. Burada o, hocası Ebu Hanîfe´ye muhalefet ettiği meseleleri de ele alıp hem kendi görüşünü hem de hocasının görüş ve içtihadını büyük bir samîmiyyet, ciddiyyet ve ilim adamından beklenilen bir dürüstlükle anlatır. Burada ihtilaflı olduklarını anlatmadığı hususlarda onun hocasıyla fikir birliğine sahip olduğu düşünülebilir.[44]
İmam A´zam´ın mezheb ve görüşlerinin yayılmasını sağlayan ikinci talebesi, Muhammed b. el-Hasen eş-Şeybânîdir. O, 132 H. yılında doğmuş ve 189 H. yılında ölmüştür. İmam Muhammed, Ebu Hanîfe´nin derslerine kısa bir müddet devam edebilmiştir. Fakat, Ebu Hanîfe ile başladığı tahsilini Ebu Yusuf´tan tamamlamış olup İrak fıkhının hafızı sayılır. Bütün bölümlerini içine almak üzere fıkhı tedvin eden ilk ilim adamı odur. Kendisine bu fıkhî çalışmalarında ikinci hocası Ebu Yusuf yardımcı olmuştur. İmam Muhammed´in fıkıh mecmuaları çoktur. Fakat, fıkıh´da gerçekten ilk kaynak vazifesi gören eserleri şu altı kitabıdır:
1 el-Asl (el-Mebsût)
2 ez-Ziyâdât
3 el-Câmi´us-Sağîr
4 el-Câmi´ul-Kebir
5 es-Siyer´us-Sagir
6 es-Siyer´ul-Kebir
İmam Muhammed bu kitaplarının bir kısmını hocası Ebu Yusuf´la müzakere etmiş, bir kısmını da ona arzetnıiştir. «Kebir» diye vasıflandırdığı kitapları tek başına rivayet ettiği, «Sagîr »diye vasıflandırdığı kitapları da Ebu Yusuf´a arzettiği söylenmektedir.
Bu altı kitaba, îmam Muhammed´den açıkça rivayet edildiği için «Zâhir-i Rivaye» adı verilir. Bunlar Hanefi Mezhebinde kaynak vazifesini görür. Özel bir tercih sebebi bulunmadıkça bu kitaplardaki görüşler terkedilmez. îmam Muhammed´in aynı derecede iki kitabı daha vardır:
1 Kitab´ur-Redd Ala Ehl´il-Medine
2 Kitab´ul-Âsâr
Bunlardan ikincisi, Ebu Yusuf´un «Kitab´ul-Âsâr» ından çok şey nakleder. İmam Muhammed´in «Kitab´ur-Redd Âlâ Ehl´il-Medine» sini İmam Şafiî rivayet etmiştir.
İmam Muhammed´e nisbet edilen başka eserler de vardır. Fakat bunlar güvenilir râvîlerce nakil ve rivayet edilmesi bakımından önceki kitaplarının derecesinde değildir. Bu kitaplar şunlardır:
1 el-Keysâniyyât
2 el-Hârûniyyât
3 el-Cürcâniyyât
4 er-Rakkıyyât
5 Ziyâdet´Uz-Ziyâdât
Bu kitaplara «Gayri Zâhir-i Rivaye» denilir. Çünkü bunlar, İmam Muhammed´den açıkça rivayet edilmemiştir.[45]
Hanefi Mezhebi´nîn Gelişmesi Ve Yayılışı
Hanefî mezhebi istinbat ve tahric sayesinde son derecede gelişmiştir. Bu mezhebin gelişerek yayılmasını sağlıyan âmiller şu üç noktada toplanabilir:
1 İmam Ebu Hanife´nin talebeleri pek çoktu. Bunlar, onun görüşlerini yaymak, fıkhının dayandığı esasları açıklamak hususunda çok gayret göstermişlerdir. Pek az meselede hocalarına muhalefet etmişlerse de umumî olarak onun görüşlerine uymuşlardır. İster hocalarına uysunlar isterse muhalefet etsinler, onun dayandığı delilleri açıklamayı ihmal etmemişlerdir. Aynı zamanda Ebu Hanîfe´-nin görüşlerine dayanarak birçok fer´î meseleleri ele alıp incelemişler ve bu meselelerin dayandığı kıyasları açıklamışlardır.
2 İmam Ebu Hanife´nin talebelerinden sonra gelen ve bu mezhebe bağlı olan fakihler, hükümlerin illetlerini ortaya kovmaya ve bunları gelecek asırlarda meydana çıkacak olan meselelere tatbik etmeye çok önem vermişlerdir. Bunlar, mezhebin fer´î meselelerde dayandığı hükümlerin illetlerini tesbit edip ortaya çıkardıktan sonra birbirine benzeyen bütün meseleleri genel kaideler altında toplamışlardır. Böylece, çeşitli furû´ meselelerini içine alan külli kaide ve nazariyeler koyarak, mezhebi sistemleştirmişlerdir.
3 Hanefî Mezhebi, çeşitli örfleri bulunan birçok ülkelere yayılmıştır. Bu ülkelerde yeni hükümler çıkarmayı gerektiren bir çok olaylar meydana gelmiş ve bu sırada Abbasi devletinin resmî mezhebi olmak sıfatıyla Hanefî Mezhebi, bu meseleleri halletmek mecburiyetinde kalmıştır, İşte Hanefî Mezhebi, Abbasi Devletinin resini mezhebi olarak beşyüz seneden fazla İslâm ülkelerinde tatbik edilmiştir. Harun er-Reşîd, Ebu Yusuf u Bağdad kadısı olarak tâyin et-; mistir. Aynı zamanda Ebu Yusuf, Başkadı (Kâdı´l-Kudât) lık makamında olup bütün vilâyetlerin kadıları onun emriyle tâyin ediliyordu. Ebu Yusuf, tabiî olarak ancak Hanefî Mezhebini benimseyen fakihleri kadı tâyin ediyordu. Bu suretle Hanefî mezhebi büyük bir yayılma imkânına kavuşmuştur.
Şüphesiz, çeşitli örfler istinbat işini geliştirmiştir. Bilhassa Hanefî mezhebine göre, hakkında nass bulunmayan meselelerde ve istinbatm kıyasa dayandığı yerlerde örf, istinbat esaslarından birini teşkil eder.[46]
Hanefî Mezhebi´nîn Yayıldığı Ülkeler
Hanefi mezhebi, Abbasi Devletinin hâkim olduğu bütün ülkelerde yayılmıştır. Mezhebin otoritesi devletin otoritesiyle orantılı idi. Devletin otoritesi zayıfladığı zaman mezhebin otoritesi de zayıflıyordu. Ancak, bazı ülkelerde tamamen halka mal olurken, diğer bir kısım ülkelerde de sadece resmî mezheb olarak kalıyor ve ibadet hususunda halk üzerinde hâkimiyet kuramıyordu. Irak, Mâverâünnehr ve fethedilen doğu İslâm ülkelerinde hem resmî, hem de halkça benimsenen mezheb, Hanefi mezhebi idi. Türkistan ve Mâverâünnehr´-de Şafiî mezhebi ile Hanefî mezhebi arasında sert mücadeleler olmuş ve her iki mezheb bilginleri birbiriyle şiddetli tartışmalara girmişlerdir. Matem törenlerinde bile fıkhî tartışmalar yapılır ve bu tartışmalar taziye yerine geçerdi. Bu türlü sürekli fıkhî münazaraların sonunda çeşitli deliller ve bu delillerden de ilim doğmuş, müs-lümanlar arasında her hangi bir düşmanlık yaratılmamıştır.
Irak ve doğu İslâm ülkelerine bir gözatarsak görürüz ki, Hanefî mezhebi Şam´da hem halkın hem de hükümetin mezhebi olmuştur. Mısır´a doğru gelirsek, Mâlikî ve Şafiî mezhebinin Mısır halkı üzerinde hâkimiyyet kurma mücadelesi ettiğini görürüz. Çünkü Mısır´da bir yandan İmam Mâlik´in birçok talebeleri bulunuyordu-, öte yandan da İmam Şafii hayatının son kısmını Mısır´da geçirerek ölmüş ve oraya defnedilmişti. Dolayısıyla, Mısır´da her iki mezhebe mensup seçkin ilim adamları bulunuyordu.
Daha sonra Hanefi mezhebi, resmî bir mezheb olarak, Mısır´a gelmiş, fakat halk üzerinde bir otorite sağlayamamıştır. Mısır´ı Fatımî Devleti işgal edince, Hanefî mezhebinin buradaki resmi otoritesini kaldırmış ve yerine Şiî İmamî mezhebini hâkim kılmıştır. Fatımîlerin yerine geçen Eyyûbîler, Şafiî mezhebini desteklemişler, yalnız Nuruddin eş-Şehid (öl. 569 H.)[47], Hanefî mezhebini halk arasında yaymaya çalışmış ve bu mezheb için medreseler yaptırmıştır. Kölemenler devrinde Mısır´da her dört mezhebe göre kazâî hükümler verilmiştir.
Kavalalı Mehmet Ali Paşa (öl. 1849 M.) Mısır´a hâkim olunca tek başına Hanefi mezhebini resmi mezheb olarak ilân etmiştir.
Hanefî Mezhebi Mısır´dan Batıya (Mağribe) geçememiştir. Ancak Esed-b, el-Furat b. Sinan (öl. 213 H)[48] devrinde Mağrib´e geçen Hanefî mezhebinin ömrü, orada çok kısa olmuştur. Çünkü Ağlebiler Devletinin otoritesi çok güçlü idi ve bu hanedan mensupları Mâliki mezhebini tutuyorlardı. İşte bu yüzden Mağrib ve Endülüs´de tek başına Mâliki mezhebi yayılma imkânını [49]bulmuştur.[50]
--------------------------------------------------------------------------------
[1] İslam da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/205.
[2] İslam da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/207-208.
[3] İslam da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/208-209.
[4] İslam da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/209-210.
[5]Ebu Hanîfe, oğluna, hocası Hammad´ın ismini vermiştir. Çeviren.
[6] İbnul-Bezzazi, Menakıbu Ebî Hanîfe, c. I, s. 111.
[7] İslam da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/210-211.
[8] İslam da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/211-213.
[9] İslam da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/213-214.
[10] el-Mekkî, Menakibu Ebî Hanife, c. II, s. 91.
[11] İslam da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/214-216.
[12] Adı geçen eser, s. 26.
[13] el-Mekkî, Menakıbu Ebi Hanîfe, c. I, s. 268.
[14] İbni Abdilberr, el-İntikâ´, s. 130.
[15] Tarihu Bağdad, c. XII, s. 352.
[16] Aynı eser, s. 402.
[17] Bu eser, Manastırlı İsmail Hakkı tarafından «Mevâhibu´r-Rahmân» adı ile Türkçeye çevrilmiş ve 1310 H. yılında İstanbul´da basılmıştır. Çeviren.
[18] İslam da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/220-225.
[19] İslam da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/226.
[20] Tarihu Bağdad, c. XIII, s. 358.
[21] Aynı eser, c. XIII, s. 360.
[22] el-Hayrâtul-Hisân, s. 61.
[23] el-Mekki, Menâkibu Ebî Hanîfe, c. II, s. 106.
[24] İslam da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/226-229.
[25] Îbnu´l-Bezzâzî, Menâkıbu Ebî Hanîfe, c. I, s. 55.
[26] İbnul-Esir, el´Kâmil, c. V. 122, 125 ve 130 yıllarına ait olaylar kısmı.
[27] el-Mekkî, Menâkıbu Ebî Hanîfe, c. I, s. 23, 24.
[28] İbnul-Bezzâzî, Menâkıbu Ebî Hanîfe, c. II, s. 22.
[29] Adı geçen eser, c. II, s. 17.
[30] el-Mekkî, Menâkıbu Ebî Hanîfe, c. I, s. 215.
[31] İslam da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/229-237.
[32] İslam da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/238.
[33] Tarîhu Bağdad c. XIII, s. 368.
[34] el-Mekkî, Menâkıbu Ebi Hanife, c. I, s. 82.
[35] İslam da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/238-240.
[36] Selem, para peşin mal veresiye olmak üzere yapılan bir akittir. Meselâ, tarladaki pamuğun yetişmeden önce parası ödenerek satın alınması böyledir. Yalnız, burada faiz gayesinin giidülmemiş olması şarttır. Murabaha, malın yüzde beş veya yüzde on kârla; Tevliye, nialm abş fiatma; Vadia da, malın alış fiatından daha aşağı bir fiyatla satılmasıdır.
[37] el-Mebsût, c. XII, s. 110.
[38] Güveni sarsmamaktır.
[39] İslam da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/241-243.
[40] İslam da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/243-245.
[41] Sefih, israfçı yani malım yerli yersiz saçıp savuran kimsedir. Mâtûh, bu. nak yani akıl ve şuuru tam olarak yerinde değilse de, deli de olmayan kimsedir. Hacr; delilik, çocukluk vb. sebeplerden Ötürü kişinin kavli ta» sorruftan yani akit, sözleşme gibi.tasarruf hakkından mahrum edilmesidir. Çeviren.
[42] İslam da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/245-246.
[43] İslam da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/246-247.
[44] Kitabul-Harac, sayın Dr. Ali özek tarafından dilimize çevrilmiş ve neşredilmiştir. Çeviren.
[45] İslam da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/248-250.
[46] İslam da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/250-251.
[47] Bu sultan, Musul Atabeyi İmamüddin´in, Suriye ve civarında geniş bir hükümdarlık kuran oğlu ve el-Melik el-Adü unvanıyla anılan Nuruddin Mahmud´dur. Bilhassa bu, Hanefî mezhebini hâlam olduğu yerlerde yaymış ve bir çok medrese, hastane ve dârul-hadîs inşâ etmiştir. Salânaddin Eyyûbî ve amcası Şirkûh onun kumandanları olup, bunları, Mısır´a o göndermiştir. Çeviren.
[48] Bu zat, 142 H. yılında Kayravan´da doğmuş, önce İmam Mâlik´ten, sonra da Bağdad´a gelip Ebu Hanîfe´nin talebelerinden ders okumuştur. 181 H. yılında Kasavan´a dönen ve bir müddet sonra meşhur bir faldh olarak dikkati çeken Esed b. el-Furat, Kayravan Kadılığına tâyin edilmiş ve Hanefî mezhebini Tunus ve Cezayir´de yaymaya çalışmıştır. 213 H. yılında Sicilya´ya karşı sevk ve idare ettiği askerî herakâtı sırasında vebaya yakalanarak ölmüştür. Çeviren.
[49] Osmanlılar zamanında, İmparatorluğa dahil olan bütün ülkelerin resmî mezhebi, Hanefî mezhebi olup kazaî hüküm ve fetvalar tamamen bu mezhebe göre verilmiştir. Irak, Horasan, Sicisfan, Türkistan, Mâverâün-nehr, Kafkasya, Azerbaycan, Kıran, Kazan, Çin, Afganistan, Hindistan, Pakistan, Suriye, Yemen, Habeşistan, Anadolu, Balkanlar ve Türkler vasıtasıyla fethedilip İslâmlaştınlan ülkelerdeki müslümanlann ekserisi Hanefî Mezhebine bağlıdır. Bazı ülkelerde Hanefî mezhebi için «Türklerin Mezhebi» denmek bir gelenek olmuştur.
Dünyadaki bütün müslümanlann yaklaşık olarak üçte ikisi Hanefî roez-heblndedir. Çeviren.
[50] İslam da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/251-252.